İzleyiciler

çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mayıs 2020 Pazartesi

Yokluğumuz ve Yoksulluğumuz

Bir bakış, bir gülüş, bir duruş muazzam bir suret verir insana. Görünen yüz inançlı ve ümitli bir bakıştır.  Tebessüm içimizdeki ilahi sırrın yüze ve gamzeye yansımasıdır. Bir özgüvendir duruşumuz daima ileriye, geleceğe ve ötesine. Masum bir çocuğun masumiyetini besleyen sevgi, şefkat ve merhamettir. Onun kalbine dokunanın öpülesi gelir içimden. Neydi o çocukluğumuz, yokluğumuz ve yoksulluğumuz. Bir bilinmeyen bilmecenin bin bilinmeyeni gibi algılanışımız neydi!.. Biz de bir çocuktuk adam olacaktık. Adam olmak demek kaslı, pazulu, bıyıklı sakallı olmak demekti. Çalışmak para kazanmak, yaşlanan anne babaya bakmak demekti. Belki evlenmek baba olmak çocuklarını sevmek, şefkat ve merhamet etmekti. Okumak mı dediniz; okumak köyün zengin çocuklarının hakkı gibiydi. Çocuk aklıyla düşünüyor da insan herşey çelişkili ve herşey iç içe girmişti. Hani çocuğuz ya sen sus bakalım, çocuklar böyle konulara girmez. Aklın ermez. Bıyığın çıkmaz; sanki biz kahve içiyor muşuz gibi. lgı o zaman da vardı. Şimdilerde devir imaj devri. Görünürde halimiz, sureti halimiz, oysa içimizdekiler bir bilinse dökülürdü bütün sırlarımız, küpler dayanamaz çatlardı iyi biline!.. Ahhh çocukluğumuz; bir odalı evde, beş nüfus, hüzünlü bir anne, suskun bir baba, bir sehpa üstünde pırpır parlayan, her an sönüverecekmiş gibi olan bir gaz lambası ve etrafında ders çalışan başı tıraşlı üç çocuk!.. Lambanın ışığı oynatıyor gölgeleri  bir sinema gibi duvarlarda. Sihirli bir iklim sihirli bir Alaaddin lambası gibi.  Öyle başlamıştır çocukluğumuzun sinema özlemi. Hücrelerimize kadar işlemiştir sinemanın sihri. Bir seyyar sinema düşer köye. Bir koyun ağılı çevrilir, beyaz perde asılır duvara. Bir motor çalışır kapıda bir biletçi keser biletleri, duhuliye yirmibeş kuruştur. Bir de afiş vardır kapıya asılan, özgür bir çocuk inançlı mı inançlı, ümitli mi ümitli benim gibi... Öyle ufki bakıyor ki, ileriye bakan, özgüvenle geleceğe bakar vesselam!..

Profösör



20 Kasım 2019 Çarşamba

Ağlayan Çocuk



Bu hıçkıra hıçkıra ağlayan masum bir çocuk mudur, yoksa bu içini çeke çeke ğlayan yetişkin bir adamın ruhu mudur!.. Gördüğümüz bu sureti hal masum bir çocuğun ağlayışı olsa da, belki de yetişkin bir adamın  masumiyet feryadıdır. İnsan bu!.. İyisi var, kötüsü var. İnsanın helal süt içmişi var, harama bulaşmışı var. Karşımıza kim çıksın; her insanın bir görünüşü var, bir de görünmeyen sırrı var.  Her sureti halin, bir de sureti sırrı var.  Her şey göründüğü gibi değil; sevinci, neşesi olduğu kadar, bir de hüznü ve üzüntüsü var.  Zahiren insanı anlamak mümkün değil, kendini melek  yerine koyan var, içindeki şeytanı çıkartan var. Var oğlu var. Gören göz, işiten kulak, koku alan burun, dokunan parmak ne kadar işlev görse de kalbe işleyen bir sır var. İnsan; bulunduğu yer ve zaman ne olursa olsun halden hale geçiş var. Bir alimden bir zalim, bir zalimden bir alim olurmuş. Ağlamak ise son çare, son kurtuluş. Bir masum çocuk kadar ağlayabilsek keşke!.. Sonuna kadar zembereği kurulmuş bir saat gibi boşalsak sonuna kadar, için için ve hıçkıra hıçkıra. Ve nihayet bir annenin şefkatli eli saçlarımızı okşasa!..

23 Ocak 2018 Salı

İki Mezar Arası


Rahmet yağdığında toprağa, nasıl da kokar toprak toprak insanın burnuna. Sanki ruhun buluşmuştur toprakla. Mayan ve hamurun da topraktır, çamurdur, rahmet yağdığında kara toprağa. Tam ilkbahardır; nisan yağmurları yağmaktadır. Uzaktan serinliği gelir yağmurun ve toprak kokulu bir esinti bütün hücrelerini uyandırır, kokladıkça sanki yeniden dirilirsin.  Kuru toprak, çöl çorak olduğunda beklersin Allah'ın rahmetini ve açılsın istersin bereket kapılarını.  Bir çocuk düşünün daha memede annesini kaybetmiş, süt kuzusu yetim olmuş. Babasını kaybetmiş öksüz olmuş. Çocuk büyür; fakat büyüdükçe daha da küçülür, onun bütün istekleri bebekliğinde kalır. Anne sevgisi ve şefkati, baba sevgisi ve merhameti ne büyük lütuftur!.. Zavallıcık her gece bir rüya görür; iki mezar arasında kıvranan bir çocuk gibidir.  Sağa döner annesi, sola döner babası. O bebekliğinden kalan bir ukdedir. O sevgi ve şefkati, sevgi ve merhameti iki mezar arasında ümitle beklemektedir.  Kader bu, ne yapsak boş!.. Ey Allah'ım bize yardıma koş!.. Bize merhamet et, çocuklarımızı yetim ve öksüz bırakma!.. Kalplerimizi yumuşat,  Anne, babalarımızın ve bütün büyüklerimizin değerini bilelim, onları üzmeyelim... Anne kokusu, süt kokusu... Toprak kokusu ölüm kokusu... Sevaplarımız bir yana, günahlarımız ömür tortusu!..

Profösör

8 Aralık 2017 Cuma

Bisiklet Sevdası


Elili yıllar; köyümüze bir otomobil geldiğinde bütün köy çocukları ona dokunabilmek için otomobilin arkasınadan koşardı koşardık. O zaman otomobil tekerleklerinde bulunan metal jantların ortasında  bombeli, nikelanjlı ayna gibi parlak bir kapak bulunurdu. Bu kapak ayna gibi bizim suretimizi ve süiletimizi büyülü ve fantestik bir şekilde yansıtırdı. Daha o zamandan sanat ve estetik duygusu çocukluk ruhumuzu okşuyordu. Bir otomobil sahip olma isteği olmasa bile bisikletlerin farını kaplayan bombeli metal kafa da aynı suret ve süileti yansıttığından olacak ki, bisiklete  sahip olam arzusu zaman zaman içimizde depreşirdi. Doğrusu keşke bir bisikletimiz olsa, farı yansa, keşke bir bisikletimiz olsa zili çalsa diye iç geçirirdik. Bisiklet sürmek de çocukluğumuzda masalsı bir yolculuk gibiydi.

Profösör

7 Aralık 2017 Perşembe

İşte Hakikat... İşte Yalan!..



Çağdaş dediğimiz modern çağ ne yazık ki paçalarından akıyor da hala kendini kirlettiğinin ve kirletildiğinin şuurunda değil. Daha bebeklikte masum beyinlere yerleştirilen, toplar, tüfekler, tanklar, tabancalar, at hırsızları kovboylar çocuklarımızı ruhen tahrip ediyor.   Aç bırakılmış, ruhsuz kalpler ve daha nice akıl budalaları... Çağımızda daha bebek annesinden doğarken masumiyetini yitiriyor. Doktor, elinde neşter doğal bir doğumu yapay bir operasyona dönüştürebiliyor.  Herşey artık maddeyle, parayla pulla, makamla mevkiyle, şan ve şöhretle ölçülüyor. Hani vicdan, hani insanlık, hani maneviyat bunun neresinde!.. Bir zamanlar anne çocuğuna çaputtan oyuncak bebek yapmasını öğretiyordu. Çocuk babasından  ev, araba yapmasını öğreniyor, birlikte  uçurtma uçuruyordu. Bazen saklanbaç oynanır, bazen güreş tutulurdu. Rüzgar gülü pervaneler, kamıştan düdükler, kağıttan kayıklar daha bir çok oyuncaklar.. Çocuklar masum hayaller kurmasını öğreniyordu. Zaman geçti de ne oldu!..  Çağdaş çöplükte çağ dışı yaşamak artık moda oldu.  Oysa bir ışık, ışığın vurduğu delikli bir sepet, deliklerinden süzülen ışıkla efsunlayıcı bir gölge oyunu. Madem ki en büyük ışık güneştir; güneş hakikati temsil ettiğine göre, sepetin ışıkta hareket ettirilmesiyle bir gölge oyunu.  Güneş hakikattir; oynaşan gölge ise bir yalan. Daha bebek çağında hakikati de,  yalanı da öğreniyor insan.!..

Profösör

30 Ekim 2017 Pazartesi

Koşullu Sevmek


Yine bir televizyon  tartışmasında çocuklarımızı daha çok sevmeyi çocuklarımızın daha çok ders çalışmasına bağlayan aileler olduğu söyleniyor.  Oysa çocuklar sevilmeli, şefkat duyulmalı ve onlara karşılıksız merhamet edilmelidir. Çünkü onlar çocuktur ve bu duygulara her halükarda  ihtiyaç duyar. Çocuğun ders çalışıp çalışmaması bu duygulardan mahrum bırakılması anlamını taşımaz. "Dersini çalışırsan seni daha çok severim" cümlesini çocuğa kurmak doğru olmasa gerek. Belki  "Dersini çalışırsan bizi sevindirirsin" denebilir. Çocuk çalışmakla, öğrenmekle, ve öğrendiğini tatbik etmekle adam olunabileceği, mevki makam sahibi olunabileceğini iyi bir. Bu bilinç aşılandığı sürece çocuklarımız ders çalışmasını sektirse de onlar sevgisiz kalma korkusunu yaşamazlar. Esas olan çocuklarımızın yapısına göre işi sıkı tutmak.


Profösör

16 Haziran 2016 Perşembe

Hangimiz Eşek Olmadık ki!..

Hangimiz çocuğumuza eşek olmadık ki!.. Eşek  olup da çocuğumuzu sırtımızda taşımadık ki!.. Hangimiz eşekliği tadmadık, hangimiz eşek binme zevkini çacuklarımıza tattırmadık ki!.. Hangimiz çocuğumuza büyüyünce adam ol; benim gibi eşek olma demedik ki!..

Profösör

Not:  Realist Figüratif ressam Bo Bartlett 'in Bir çalışması.

14 Aralık 2015 Pazartesi

İyilik Yapalım


Önce tebessüm etmek gerek; tebessümün hakkını vermek gerek. Bu kış kıyamette kurda kuşa yem vermek gerek. İyilik demek, bir kediyi sevmek, bir köpeğe ekmek vermek, bir yetimin başını okşamak, bir sokak çocuğunun karrnını doyurmak demek. İyilik demek; ne yaparsan yap, her yaptığımız işi iyilik düşüncesiyle yapmamız demek.

Tebessüm etlmek demek bir gönüle girmek, ordada yer edinmek demek. Bir gönülden bir gönüle el uzatmak demek. Tebessüm etmek bir başka ifade ile  gülümseme demek. Bir gülümseme  bir sevapsa eğer, bir gülümsetme  bin sevap demek.

O halde iyilik için yaşamalı ve iyilik için yaşatmalıyız. Ömrümüz boyunca iyilik yapıp, iyilikle karşılaşmalıyız. Bir iyilik yapalık yparsak eğer, bin gönülü yaşatırız

Profösör

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Son Model Otomobil


Daha çocukluğumuzda annelerimizin yaptığı bez bebekler, babalarımızın yap
tığı tahtadan ve ağaçtan arabalar sadece birer oyuncak değil, aynı zamanda birer eğitim malzemesi olarak da görebiliriz. Ne yazık ki çağdaşlık günümüz çağdaşlığında seri üretilen fabrika malı oyuncaklar çocuklarımızı sadece avutuyor. Oysa çocukluğumuzda bizim keşfettiğimiz o kadar oyuncak var ki, anne ve babalarımızla birlikte eğlenerek ve öğrenerek kendi ellerimizle yaptığımız oyuncakların yerini asla dolduramaz. 

Boşalan iplik makaralarından yaptığımız arabalar, kargıdan yaptığımız, tüfekler, fışkırıklar, değirmenler, tüfkeçler, rüzgar gülü fervaneler, kağıttan kayıklar, uçaklar, delenseler, topaç fırdöndüler, ağaçtan ve tahtadan yaptığımız beşikler, el arabaları, tel arablar ve bir sürü uçurtmalar gibi daha aklımıza gelmeyen oyuncaklar hayatımızda nostaljik ve birer mutluluk imgesi olarak hala varlığını özümüzde hissederiz.

Oysa şimdiki oyuncakların ne hijyenik bir yönü var, ne eğitsel ve pedogojik bir tarafı olmayan, çocuklarımızı birer tüketim canavarı haline çeviren bir nevi misket bombaları. Çocukluk ve musumiyetlerini tahrib eden bubi tuzakları. Bir çocuk kendi oyuncağını kendisi yapmalı ve birlikte arkadaşlarıyla paylaşmasınını da bilmeli.

Profösör

7 Aralık 2014 Pazar

Tebessüm Yüreğini Açmaktır


Beş yaşında bir çocuk istiyor anlaşılmak... Onun en güçlü silahı ağlamak da ağlamak. Bir profösör amca, istiyor onu anlamak. Dedi çocuğa var mısın benimle oynamak. Çocuk omuz silkti birden; Sen düşünüyorsun beni kandırmak. Amca anlıyordu çocukların dilinden.  Çocuğa duvarlara resim yapabilir, çizebilirsin dedi. Çocuk bu söze karşı birden irkldi; kendisini anlayan bu insan bir ilkdi. Sonra ağlamayı sızlanmayı kesti; yüzünde gülücükler beliriverdi. 

Çocuk düşündü; evde duvara resim çizmek yasaktı. Masayı çiziktirmek azardı. Resim bir kağıda ya da bir deftere çizilir; duvar da masa da kirletilmezdi. 

Aslında çocuk ağlamakla, sızlanmakla kendisini anlayacak birini arıyordu. Annesi ona yeter artık zırlama dese de. O inadına temposunu arttırıyordu. Profösör amca istersen duvarlara resim çizebilirsin demesi, bir nevi  anahtar kelimeydi. Kendisiyle oynayacak, eğlenecek bir amca buldu. Kağıtlara resimler yapıldı. Resimler boyandı. Duvarlar yine tertemiz kaldı. Önce amca çocuğu anladı, çocuk da amcasını anladı. Çünkü amcası ona yüreğini açmıştı. 

Profösör

29 Temmuz 2014 Salı

Dört yaşıdaki torunum zaman zaman  köye  gittiğinde babaannesinin çiftliğini öve öve bitiremiyor. İnekleri, tavukları çok seviyor. Yalınayak toprakta yürüyor. Hayvanların su içtiği aharın içine giriyor. Sularla oynuyor. Üstünü ıslatıyor; tam bir özgürlük yaşıyor çiftlikte. Ceviz ağacından erik kopardım diyerek yemeye çalışıyor. Çok acıymış bu erik diyerek yüzünü ekşitiyor. Tabiatı öğreniyor, tecrübeleri artıyor. 

Yine çiftliğe son gidişinde tavuklardan birinin folluk yerine kapının önünü yumurtaladığını görünce,  yumurtayı eline alıp bahçede koşturunca halası ona "Mehmet Akif şimdi sen bu yumurtayı kırar pişirirsin" diyor. Mehmet Akif de halasının bu sözüne karşılık, hemen yumurtayı yere çarpıyor. Yani yumurtayı kırmış oluyor. Ama bu şekilde yumurta nasıl pişirilir ve nasıl yenir onu aklına getirmiyor. Sonra da kırmış olduğu yumurtadan dolayı  boynunu büküyor.

Çocuklar yumurtayı kırabilir; çünkü çocukların mecazi kelimelerden haberi olmayabilir. Oysa aklı başında olanlarımız, bırakın mecazı anlamayı, vur desen öldürüyorlar.

Profösör

Not: Fotoğraf temsilidir.





24 Şubat 2014 Pazartesi

Bu sabah rahmet var


Bu sabah inceden inceye rahmet yağıyor.  Nedense ruhumun derinliklerinde ince bir sızı var. Çocukluğumun, yokluğumun, yoksulluğumun ve her şeye rağmen bugüne kadar gelmenin ve  insan olmanın şuuru var. Şükredilecek o kadar dertler var ki; bizi iyiden iyiye terbiye edecek Allah’ın nice ayetleri var. Nice ibretler var. Bizi lütfuyla gönlümüzü hoşnut edecek nice rahmet, nice merhamet, nice bereketler var...

Bir de hayata umutla adımlarını atmış, yüzü gülesi çocuklarımız var.. Suriye’den, Somali’den, Filistin’den, Irak’tan Arakam’dan... Kentlerin çöplüklerinde dolaşan yarı aç, yarı tok, saçı başı dağılmış, sümüklüri akmış, gözleri yaşlı, bir sokak kedisi gibi ürkek bakışları olan, nice bizim çocuklarımız var...

Allah bağışlasın bir de Mehmet Akif ile Ayşe torunlarım var.  Onların geleceği, güzelliği, talihi kadar, benim muhabbetim ve ünsiyetim var...

Profösör

Not: 
Paylaşımdaki 
fotoğraf 
torunum / 
Mehmet Akif
Fotoğraflayan / 
Hurşit Akyıl




6 Aralık 2012 Perşembe

Bir Damla Gözyaşı


Bir damla gözyaşı binlerce masum canın karşılığıdır. Binlerce masum canın akan kanı, bir masum kızın gözyaşıdır. İnsanlık sınav verecekse eğer, topuyla tüfeğiyle, tankıyla, uçağıyla değil, vicdanıyla olacaktır. İnsanlık kurtuluşa erecekse eğer, savaş füzeleri, atom bombalarıyla değil, yüreğinde atan sevgi, şefkat merhametle olacaktır. Eğer Filistin’de, Gazze'de bir kız çocuğu ağlıyorsa eğer; hiç kuşkunuz olmasın; o bir Leyla Halid'dir.

Profösör

23 Kasım 2012 Cuma

Düşünceden Düşünceye Geçiş


Genellikle insanoğlu en değerli ve kendisi için hayati saydığı, sevdiği varlığını kaybettiği zaman, kendini kaybedebilecek derecede sarsılarak, yüreğinde derin bir üzüntüyü yaşıyor. Sevdiğimiz ve çok değer verdiğimiz bir şeyi kaybettiğimizde, eften püften bütün ıstırapları, üzüntüleri geride bırakıp, sadece bu ıstırapla kıvranıyoruz. Sadece doğal olarak çektiğimiz bu acıya odaklanıyoruz. Bu durumda canımız öyle yanıyor ki, fiziken bir tarafımıza bir şey olsa, onun acısını bile hissetmeyecek kadar yitirdiğimiz varlık için yüreğimiz yanıyor. Belki de hayatımızın en büyük acısını böylece imtihan vererek yaşıyoruz. Yaşamanın bile artık bundan sonra bir anlamı kalmıyor. Nefes alamıyor, boğulup kalıyoruz. Belki de ölüp ölüp diriliyor, kendimizden geçiyor, ayılıp bayılıyoruz. Ancak canımız acıyan yerimizdir. Acıyan yerimiz de yüreğimizdir. Bütün acıları yüreğimizde toplar, bütün hücrelerimizle bu tarifsiz acıyı varlığımızda yaşarız. Başımıza gelenin bir kader olduğunu, bizim elimizde olsa da, olmasa da, olanların olması gerektiğini belki de düşünemiyoruz. İnancımız ne kadar güçlü olsa da, acziyet içine düşebiliyor, felaketlere, olumsuzluklara karşı metanet gösteremiyoruz. Oysa bu bizim yaşamamız gereken kaderimizdir demeliyiz. Olan olmuştur, olanlar geride kalmıştır, şimdi yolumuza devam diyerek, Hüda'ya teslim olup, bir türlü teskin olamıyoruz.

Çocuğu hiç olmayan, annelik ateşiyle yanıp tutuşan bir kadın, hayatında bir eksiklik duyarak, bir çocuğum olsun ve annelik mertebesine kavuşayım ister.. Bu isteği yaratılıştan olduğu için aynı zamanda da anneliği, kadınlığın bir gereği olarak da bunu gönülden ister. O sadece yeter ki bir evladım olsun der. O öle bir hal alır ki; herşeyi unutur, bir hırs haline bile dönüşebilir. Fikir nedir, zikir nedir, şükür nedir bilinmez. Yine de Allah, yılmadan hastane hastane koşturan ve tıbbi destekler alan bu kulunun arzusunu yerine getirmek için, gösterdiği gayretten dolayı ona nur topu gibi bir evlat verir. Ona annelik şerefini lütfeder. O kulunu sevince boğar, onu mutlu eder. Ne yazık ki; anneliğin hikmeti nedir, ne olmalıdır, annelik duygusu kadına neler kazandırır; bunun hikmeti düşünülmez. Allah bir evlat için yanıp kavrulan bu kadına acır da, ona bir evlat verir, onu sevindirir ama kadın bu sevincini sadece hastane ve tıbbi destek almasına bağlar. Oysa ona çocuk lütfeden, yoktan var eden Allah'tır. Allah bir tarafta dursun, kadın kendi doğurduğu çocuğuna tapacak kadar sever. Çocuğunu hayatının merkezi sayıp, onun dışında hiçbir şeyi gözü görmez. Evlat onun için hayatının tek anlamıdır. Sadece kendi çocuğu vardır. Hayatıyla ilgili bütün plan ve programlar onun üzerine kuruludur. Elbette bizi geleceğe taşıyan ve neslimizi devam ettiren yegane değer çocuklarımızdır ama; çocuklarımızdan da önce bizi yaratan, bizi rızıklandıran, bizi terbiye eden bir Allah vardır.

Hayatımızda herşey yolunda gitmekte birlikte, hiç beklemediğimiz bir olayla herşeyimizi bir anda kaybedebiliriz. O çok sevdiğimiz; canım ciğerim dediğimiz çocuğumuzu elim bir felakette, ya da bir kazada aniden yitirebiliriz.  Öyle bir acı yaşarız ki; bu acıyı hiç bir şey dindiremez. Hayatımızdaki yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz eften püften, sorunlar, olumsuzluklar, bunlardan doğan sıkıntılar ve üzüntüleri anında unutur, evlat acısından başka hiçbir acıyı ruhumuzda içselleştiremeyiz. Herkesin şikayet ettiği incir çekirdeğini bile doldurmayan şeylere boşu boşuna üzülürüz de, oysa elimizdeki bulunan değerlere sahip çıkıp da, şükretmesini ve kanaat getirmesini bir türlü öğrenemeyiz. Ufak tefek sıkıntılar ve mihnetler karşısında sabredemeyiz. Her sene meyve verip de, bakımsızlıktan ve ilgisizlikten bize küsüp, bir defacık bize meyve vermeyen ağaca kızarak, yaşayan bir ağacı kesilmeye mahkum ederiz. Fikirsiz, zikirsiz, şükürsüz elde edilen ve kolayca sahip olduğumuz değerlerin, yeri ve zamanı geldiğinde kolayca elimizden kayabileceğini göremeyiz. En büyük sınavı da, bize lütfedilen değerlerle veririz. En sonunda anlarız ki; başımıza gelen bir musibet bize bin nasihattan, daha da etkilidir. Bu sefer kendimizi ve inanç değerlerimizi artık sorgulamadan edemeyiz. Fikir nedir, zikir nedir, şükür nedir, en sonunda öğrenir ruhumuzda bütün değerleri içselleştiririz. İnsanoğlu için lütfedilen değerler varsa, onları yitirmek de vardır. Doğmak varsa, ölmek. Sağlık varsa hastalık, zenginlik varsa, fakirlik de vardır. Huzur, mutluluk, sevinç ve coşku varsa; acı, ıstırap, matem ve hüzün de vardır. Beterin beteri olmakla birlikte, her işte bir hayır vardır. Aldığımız bir nefesin değerini bilmek bile, beşere köle olmaktan kurtulup, sadece Allah'a kul olmak vardır.

Profösör

24 Ekim 2012 Çarşamba

Hayırlı Bayramlar


Elinde naylon bir poşet, cami avlusunda bayram namazı sonrası, camiden dağılan cemaatten  sadaka dilenen, sümüklü bir çocuk görürseniz eğer; işte o benim..

Yaşıtları mutlu, annesiyle, babasıyla el ele bayram ziyaretlerine giden, onlara bakarak, onların aile saadetlerine iç geçiren, boynu bükük, hüzünlü bir çocuk görürseniz eğer; işte o benim..

Kurban bayramında, etlerin pişirildiği, kavurma kokularının sokakları aşıp, caddelere, bulvarlara taşıp, meydanlara yayıldığı zaman bile, açlıktan buram buram kıvranan, kentin işlek caddelerinde  kaldırıma bakan kısmındaki vitrinde dönen kızarmış piliçleri göz ucuyla süzerek hayal kuran bir çocuk görürseniz eğer; işte o benim.

Kimsesi olmayan, yetimhanelerde binbir işkenceyle büyüyen, sonraları tahammül edemeyip sokaklara kaçan, köprü altlarında yatan, bali koklayan, her türlü tecavüze açık, korunmasız, ruh hali bozulmuş, dünyadan umudunu kesmiş, fakat merhametinden hiçbir şey kaybetmemiş, sokak köpekleriyle sarmaş dolaş yatmış acınacak bir çocuk görürseniz eğer; işte o benim..

Sevgi nedir, şefkat nedir, merhamet nedir, bu duyguları hiç tatmamış, başı hiç okşanmamış, annesiz babasız, onun bunun yanında sığıntı olarak büyümüş, yetim ve öksüz bir çocuk görürseniz eğer; işte o benim..

Zulüm gören, şiddet gören, kurşun yemiş, misket bombalarına maruz kalmış, nice korkular yaşamış, evinden, kentinden, ülkesinden olmuş, başka komşu ülkelere sığınmış, çadırda binbir güçlükle nefes almaya çalışan, sığınmacı çocuklardan ağlayan bir çocuk görürseniz eğer; işte o benim.

Dünyanın her yerinde şiddet görmüş, baskı görmüş, tecavüz görmüş, önüne gelen herkes tarafından ensesinde tokat şaplatılmış, gelenin gidenin vurduğu mazlum bir çocuk görürseniz eğer; İşte o benim..

Bu kutsal bayram gününde kapınızı tıklatan, masum yüzlü, boynunu bükmüş, bayram kutlamaya gelen tanımadığınız, ilk kez karşınıza gelerek sizinle müşerref olmak isteyen bir çocuğu görürseniz eğer; işte o benim..

Yaylalardan, kırlardan, getirilip metropollerde çadırlarda bekletilen,  sonra zorlu pazarlıklardan geçerek satışa sunulan, daha sonra da, kurbanlık kuzu gibi sanki bir İsmail gibi, gözleri bağlanarak kurban olan bir çocuk görürseniz eğer; işte o benim.

Asahhara - Profösör

1 Haziran 2012 Cuma

Bir Duygu Paylaşımı

Fesleğenler, sardunyalar, kekikler, ortancalar, akşam sabah çiçekleri ve güllerin birbirine geçtiği küçük bir Ege kasabasının avlusundaki taş merdivenin basamağına oturmuş, rengarenk çiçeklerin görsel şölenine şahit oluyorum. Yine birbirine karışmış çiçek kokularını derin derin içime çekiyorum. Güvercinlerin gökyüzünde takla atarak, pike yaptığı bir gösteriden sonraki halini, kendilerine ait bir lisanla birbirlerine olan sevgiyi nasıl gösterdiklerini izliyorum. Burası rahmetli olan benim de çocukluğumun geçtiği halamın evi.. Burası çocukluğumun silinmeyen anılarını taşıyan, taşlıklı bir avlulu ev.. Burası düş bahçesi gibi bir yer.. Burası avlu duvarlarının üzerinde bulunan, yaz güneşinde kurusun diye bırakılmış bakır kapların içindeki domates ve kırmızı biber salçalarının ortalığa yaydığı leziz salça kokularının avluda bulunan çiçek kokularıyla buluşup, karıştığı egzotik bir yer.. Burası akşam saatlerinde demli çayların içildiği ve keyifli sohbetlerin yapıldığı bir yer.. Sıcak dostlukların kurulduğu, insanın kendisini çok özel hissedebildiği bulunması çok nadir olan bir yer..

Burada sabahleyin güneş üzerimize doğmadan kalkarız. Sonra avlu musluk suyu ile sulanır. Taşlık yıkanır. Bir taraftan penceresi açık mutfaktan mavi renkli, sırçalı, nostaljik çinko demliğin emziğinden çıkan dumanla, çayın dayanılmaz enfes kokusu bir an avludaki çiçeklerin çıkardığı kokuyu dahi bastırabilecek kadar gücünü bize hissettirir. Bu kahvaltı hazırlığı yapılıyor anlamına gelen bir müjdedir.. Ege'nin organik, sızma zeytinyağı, kokulu, kırmızı domatesler, acurlar, biberler, nefis köy tereyağı ve çamur peyniri yanında, karadut marmelatı ile kahvaltı sofrası bizi bekliyordur artık. Oysa biz kahvaltıyı beklemekteyiz.. Tadından ve lezzetinden kesin emin olduğumuz, yiyecek ve içeceklerin kokularından lezzetlerinin tarif edilemez olduğunu anlayarak, kahvaltı keyfinin mükemmel geçeceğini idrak ediyoruz. Hep birlikte, çoluk çocuk kahvaltıya oturuyoruz. Sanki kahvaltıdan hiç kalkmayacakmışız gibiyiz. Bazılarımız besmelemizi açıktan söyleyerek kahvaltıya başlıyor. Gözümüz bu manzaraya doysa da gönlümüz doymuyor; yedikçe yiyoruz. Çaylar peş peşe bardaklara konuyor. Bir yandan kahvaltı başında keyifli sohbetler sürüyor. Sohbet devam ederken birbirimizle bakışıyor, birbirimize tebessüm ediyoruz.

İşte böyle bir yerde, böyle bir evde, böyle bir sabah kahvaltısını o kadar özledim ki, sanki kimliğim, kişiliğim ve masumiyetimi bir arada görebileceğim bir iklimi özlüyorum. Bir yaz günü sabahında bu fani ömürden bir anlık, bir nefesi dostlarımla ve sevdiklerimle paylaşmak istiyorum. Bir karınca yuvasını düşünün. Avlunun tam ortasında, gül ağacının dibinden sağa ve sola, ucunun nereye kadar varacağı belli olmayan uzunlukta iki ana kol yol oluşturmuş, yüz binlerce karınca ordusunun kararlılıkla yuvalarına yiyecek taşıdığını görürsünüz. Öyle büyük bir karınca ordusu ki sanki dünyayı sağlı sollu doğudan batıya, güneyden kuzeye, fethe giden neferler gibidir. 

Bu yerdeki karınca yuvasına ekmek kırıntıları koymak, karıncalara yiyecek vermek isterim. Böylece onlarla bir duygu paylaşımı içinde olmak isterim. Hatta onlar gibi ben de karınca olmak isterim. "Karıncanın kardeşi vardır" derler ya, bir karınca ordusu kadar kardeşlerimin olmasını isterim. Çünkü karıncaların birbiriyle hem fikir hem de duygu paylaşımı olarak nasıl bir ahenk içinde yaşadıklarını, çalıştıklarını ve paylaşım içinde olduklarını biliyorum. Hep birlikte Allah'ın ipine sarıldıklarını, hep birlikte tek bir yürek olup da, birbirleri için yüreklerinin gümbür gümbür attığını biliyorum. Bir karınca yuvasında, yüz binlerce karıncayla birlikte kardeş olup yaşadığımı anlamak istiyorum. Onlarla birlikte çalışıp, onlarla birlikte kazanıp, onlarla birlikte yemek, içmek, aynı kaderi paylaşmak istiyorum.

Profösör

7 Nisan 2012 Cumartesi

Mehmet Akif Küçücük Bir Çocuktur


Bir çocuk için dünyaya bakış nedir acaba?. Bir çocuk için dünya tozpembe midir acaba?. Bir çocuk için süt dolu bir anne, sıcak bir kucak, bir küçücük öpücük yeter mi acaba?.. Bir çocuk sevgi, şefkat ve merhameti annesinin özünde bulur. Karşılıksız fedakarlığı annesinin sevgisinde bulur. Bir çocuk masumiyetini annesinin kucağında bulur. Bir çocuk kendisi için değil, annesi için ağlar. Annesi için, içini çeke çeke ağlar. Annesi için hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra ağlar. Bir çocuğun gülüşü bütün tomurcuk çiçekleri açar. Mehmet Akif tam bir buçuk yaşında bir çocuktur. Anne der, baba der, dede der, anneanne der, hala der, amca der, teyze der.. Mehmet Akif saçını gösterir, kaşını gözünü gösterir, kulağını gösterir, ağzını gösterir, dişini ve dilini gösterir. Mehmet Akif göbeğini gösterirken muzip muzip gülmesini de bilir. Hatta göbeğini kaşıyabilir.

Mehmet Akif günden güne büyüyor. Gelişiyor. Farklılaşıyor. Dünyaya olan ilgisi ve merakı sayesinde kendi varlığının da farkındalığına varıyor. Mehmet Akif küçücük bir çocuktur. Mehmet Akif dedesinin de biricik torunudur.

Profösör

13 Mart 2012 Salı

Ders Almanın Binbir Yolu


İlkokula başladığımızda kitabımız bile yoktu. Bir defter, bir kalemle okula başladığımda yüzümde buruk bir sevincin ifadesi vardı. En azından giydiğim siyah bir önlüğüm ve bembeyaz bir yakalığım vardı. Bu bile beni farklı kılan bir durumdu. En nihayet bir okuma kitabım olunca, bir de bezden yapılmış omzuma astığım bir keseye sahip oldum. Bu kesenin içinde bir okuma kitabım, bir yazı defterim, bir kurşun kalemim, bir silgim ve bir de kalem açacağım yerine küçük bir çakım vardır. İlkokul birinci sınıfta donanımım bu saydıklarımdan ibaretti.

Şimdiki zamana geldiğimizde, herşey bilgisayar ve internet ekseninde bilgi ve iletişimle bilişim çağını yaşamaktayız. Artık bazı okullarda tabletlerle eğitim görülmektedir. Daha da ilerisini düşünemiyoruz bile. Yazının ötesinde, sesli ve görsel olarak bilgi edinebileceğimiz gibi, ileriki yıllarda bir bilgi hapı niye üretilmesin. Nasıl ki insan bir vitamin hapıyla doyabiliyor. Artık bilgi de bir hapa zerk edilse, bu hapı yutan bütün bilgileri hafızasında bulundurabilecek olsa ne büyük bir devrim olabileceğini şimdiden düşünebilirsiniz. Bilimin önü açıktır. Öyle metotlar üretilir ki, hapı yutan iradesini iyi yönde kullanabilecek bir geni de kazanarak bünyesinde taşıyabilir hale gelecektir belki de. Önemli olan bilginin çokluğu ve varlığı değildir. Var olan bilginin iyi, güzel ve doğru bir keyfiyet taşımasıdır. Doğru bilgi, doğru metotlarla kazanılıp, doğru yolda kullanılmasıdır.

Paylaştığım video bir darbı mesel anlatan eğitimcinin, ahlaki değerler kazandırma anlamındaki bir çalışmasının ürünüdür. Video ve televizyon kanalıyla evimize kadar bu tür ders alabileceğimiz darbı meseller gelmektedir. Bu videoda belki de bir dekor eksikliği gözümüze çarpabilir. Önemli olan bize anlatılan öyküden dersler çıkarabilmektir. Ama daha kreatif çalışmalar da olmalıdır. Bu konuda tridimeks dijital çizgi filmlerin bütün dünyada revaçta olduğunu da söyleyebiliriz. Şimdi keyifle videomuzu izleyebiliriz.

Profösör

21 Şubat 2012 Salı

Bu Nedir?


Benim çalışma hayatım, ilkokuldan bu yana tahsil hayatımla birlikte devam etti. Çalışarak kazanmanın ve hayatımızı idame ettirmemin ne demek olduğunu iyi bilirim. Alın terinin ne olduğunu iyi bilirim. Yığınla dersin ve kitabın altında sürmenaj olacak kadar çalıştığımı iyi bilirim. Bu tahsil hayatım boyunca devam ede gelmiş bir durumdur. Eğer çalışırsak yer, içeriz, çalışırsak okuruz, yazar, tahsil hayatına devam edebiliriz. Sonuçta lençber bir köylü çocuğuyuz. Madem ki maddi imkanlarımız yoktur, o zaman hem çalışıp hem de bir üniversiteye gidip, bir fakülte bitirerek, hayatımızı kazanmamız gerekmektedir. İlkokuldan üniversiteye hayatımızı kıt kanaat geçirsek de, kitaptan, eğitimden, kültürden geri kalmadık. Sosyal sorumluluklardan da kaçmadık. Nice zenginler çocuklarını okutamaz, eğitemez iken, bu lütfu bize bağışlayan Mevlamıza sonsuz şükürler olsun.

Üniversiteye giderken de gazeteciliğe başlamıştım. Bu mesleği isteyerek ve çok severek yapıyordum. Kendimi günden güne geliştiriyordum. Tahsil hayatım ve meslek hayatım devam ederken evlilikle birlikte bir evlad sahibi de olunca babalık duygularının bütün güzelliklerini yaşadım. O dönemler ülkemize yurt dışından ithal muz geliyordu. İthal muz hem pahalı, hem bulunmayan, hem de fakir fukaranın hayalini süsleyen bir meyve türü idi. İthal muzun büyüklüğü, tadı, hatta kabuğunun altın gibi sapsarı olması resimlerde bile insanın iştahını kabartıyor ve yutkunduruyordu. İthal muz sanki zengin ve fakirin arasındaki mesafeyi belirleyen ve toplumdaki sosyal sınıfın arasındaki uçurumları da belirleyen bir mihenk taşı gibiydi.

Oniki Eylül öncesiydi. Sağcılar, solcular, zenginler, fakirler, işçiler, patronlar derken koskoca toplum temelde iki parçaya, ama her blog da kendi aralarında binbir parçaya bölünüyordu. Biz de gazeteci merakıyla bütün gazeteleri okur, inceler ve kendimize mesleki ve insani dersler çıkarıyorduk. Günlük yayın yapan ulusal, Maoist yayın yapan radikal bir gazetenin çocuk sayfasında koskocaman sapsarı renkli bir muz resmi dikkatimi çekmişti. Resmi sayfasında kullanan gazeteci "Bu nedir?" başlığın altında resmini verdiği muzun tarifini yapıyor. Tadıyla ilgili fakir olan hedef kitlesinin çocukları üzerinden bir propaganda yapıyordu. Çocuklar ne bilsin!. Hiç böyle meyve görmemişler ve tatmamışlar ki; İlk kez bir muzun resmini görecekler ve tadı hakkında da gazetedeki çocuk köşesinde bilgi sahibi olacaklar. Hayallerinde ve rüyalarında göremediği muzu, bu fotoğrafla en azından yutkunmuş olacaklar.

Uzun lafın kısası; zor zahmet bir yerlerden ithal muz temin edip, eve götürdüm. O zamanlarda çocuğum üç yaşlarında idi. Meyveleri çok severdi. Hatta karnı meyveyle dolsa da hızını alamaz, bütün meyveleri birer diş atardı. Gazeteden getirdiğim önündeki muzu görünce çok hoşuna gideceğini düşündüğüm, muzu yedikçe, kokladıkça, tad aldıkça bunun sevincini bizlerle paylaşırken, bundan mutlu olup, keyif alacağımızı düşünürken, çocuğumuzun bu ithal, altın gibi sapsarı muza hiç ilgi göstermemesi bizi çok şaşırtmıştı. Bu ilgisizlik tepkisi o zaman için sanki bir protesto niteliğindeydi.

Profösör
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...