İzleyiciler

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bayramınızı bütün içtenliğimizle kutluyoruz..


Onbir ayın sultanı Ramazan ayı boyunca nefislerimizi terbiye etmek, tezkiye etmek için oruç ibadetimizi yerine getirdik.. En büyük terbiyecimiz Rabbimizdir. Orucun manevi hükmü nefsimizi eğiterek irademizi iyi ve güzelden yana kullanıp, Allah'ın rızası doğrultusunda kulluk görevlerimizi yapmaktır. Bunun yanında tezkiye etmek; kendimizi manevi temizlik içinde bulmamızdır. Yani kalbimizin inkâr, şirk, nifak, isyan, gaflet gibi manevi kirlerden temizlenme ameliyesidir. Bu temizlik, ilâhî nur ve sevgi ile gerçekleşir. Ramazan ayı boyunca oruç tutan müslümanlar nefisleriyle başbaşa kalırlar. İyilik yaparlar, kötülük yapmaktan da sakınırlar. Güzelliklere karşı bütün yüreğini açık tutarlar, çirkinliklere de yer vermezler. Bedenen ve ruhen olgunluğa erişirler. Ramazan ayı boyunca müslümanlar ibadetleriyle ve davranışlarıyla gönülleri hoş eder ve kendileri de hoşnut olurlar. Zekâtlarını genelde bu ayda verirler. Sadaka ve fıtırlarını ihtiyaç sahiplerine ulaştırırlar. Tevbe ederler.. Zikirederler.. Şükrederler.. Dualar ederler...

Bayram günü sabah namazıyla birlikte evlerimiz hareketlenir. Manevi havayla heyecan kat kat artar.. Bayram namazında camide toplanan müslümanlar birbirlerini tebrik eder, ışıltılı gözlerle birbirlerine muhabbetlerini gösterirler. Bundan sonrası da evde ve komşularla bayramlaşma safhasıdır. Daha sonra akraba ziyaretleri, hediyeleşmeler takibeder. Küçükler büyüklere bayram ziyareti yaparken büyükler de küçükleri beklemektedirler.   Herkes güler, herkes mutlu olur. Herkes ulvi bir duygu yaşar ve umutlar yeşerir. Küslükler, düşmanlıklar ve kırgınlıklar ortadan kalkar. Gönüller alınır, helalleşmeler olur. Birlik ve beraberlik olur.. Bel bereket artar...

Bu seneki ramazan bayramı ülkemizde, Otuz Ağustos Zafer bayramıyla birlikte kutlanacak olması da ayrıca bir güzelliktir. Otuz Ağustos Zafer bayramı; yurdumuzu işgal eden düşmana karşı verilen bir mücadelenin karşılığıdır.  Ramazan bayramı ise, ramazan ayı boyunca nefislerimize karşı verilen bir mücadelenin karşılığıdır.. Yurdumuzu işgal eden düşmanla savaşmadan kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşamayacağımız gibi nefislerimizle mücadele etmeden de felaha kavuşamayız.  Allah rızası kazanmak için önce nefislerimizi dizginlemek gerekir. Allah'a iyi bir kul olabilmemiz için de salih amel işleyerek İslami, insani, ahlaki ve vicdani sorumluluklarımızı bilmemiz gerekmektedir. İşte o zaman bayramlarımız neşeyle, heyecanla, coşkuyla, umutla, birlik ve beraberlik ruhu içinde kutlanacaktır.

Asahhara - Profösör
Fotoğraf : Hurşit Akyıl

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Küçük bir mum ışığından büyük bir ışık kütlesine..

Küçücük bir ışık kendini var eden büyük bir ışık kütlesine dönüşebilir. İnsan neslinin de içinde olduğu bütün canlılar nesillerini devam ettirmek için üreyerek doğal olarak devri daim içinde olurlar. Hayat öyle bir düzen ki, bu devri daim sayesinde, doğuyor, ürüyor ve ölüyor. Oysa hakikatte ölen ve yok olan hiç bir şey yoktur. Her yaratılmışın terekesi olan nesiller kıyamete kadar devam ederken, bir çok nesiller de doğacak, ürüyecek ve öleceklerdir.

Duygular ve düşünceler de bu olgu içinde değer kazanamaz mı? Bir fikir ki; binlerce fikrin içinde işe yarar, insanlığın kurtuluşuna ve aydınlanmasına vesile olamaz mı? Elbette her fikrin en tutarlısını, her duygunun en duyarlısını insanlar yaşarlar ve bu değerleri karşısındakilere de yaşatırlar. Her değer iyisiyle, kötüsüyle iç içedir. Bizler bilgi, birikim, akıl ve zekâmızla en doğrusunu, iyisini, en güzelini bulmakla mükellefiz. Yaşantımızı, düşünce sistemi içinde şekillendirirken bu kendimiz için hem de içinde bulunduğumuz insanlık ailesinin hayrına olacaktır.

Not: Paylaştığımız video, tridimaks grafik ve animasyon programında hazırlanmış, felsefi altyapısı düşündürücü ve hoş bir yapıttır. Arzu eden ziyaretçilerimizin bu konudaki yorumlarını merakla bekliyorum.

Profösör

Hep birlikte tevbe kapısından girelim, masumiyet kapısından çıkalım..

BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN KADİR GECESİNİ TEBRİK EDİYORUM...

Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-i Kerim’in inmeye basladığı Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi Islam’da en kutsal ve en faziletli gece olarak sayılmaktadır. Kadir gecesi öyle mübarek gecedir ki, içerisinde Kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlıdır. Bu gecenin değerini bilen müminler, bu geceyi boş geçirmezler. Bu gecede ömrünün geçen bölümü için muhasebesini yaparlar. Ömrünün geri kalan kısmı için de, iki cihanda kendilerini mutlu edecek bir hayatı arzu ederler. Böylece önce günahlarından arınmak için Allah'tan af ve mağfiret dilerler. Gelecek hayatları için daha bilinçli bir şekilde insanlara hayrı dokunan birer insan olmak için çalışırlar. Allah'ın sevgili kulları olmak, huzur içinde yaşamak için ibadetlerini ihlasla yaparlar. İnsanlara hakkı tavsiye ederler. doğru yolda iyilikler, güzellikler içinde yaşamalarını isterler. Dünyanın sıkıntı ve meşakkatlerine karşı da insanlara sabrı tavsiye ederler.

Her insan günahkar ve mücrimdir. Allah ise Rahman ve Rahim'dir. Bu kutsal gecede hep birlikte " tevbe kapısından girelim, masumiyet kapısından çıkalım" bu gecenin değerini bilelim. Bu gecede İbadet edelim. . Bu gecede dualar edelim..

Fotoğraf: Hurşit Akyıl

25 Ağustos 2011 Perşembe

Herşeye rağmen gülmek ve güldürebilmek erdemdir


İnsan duygu ve düşünceleriyle yaşar. Duygu ve düşüncelerle yüz ifadesi, konuşması, tavrı, beden dili ve  varlığıyla kendini ortaya koyar.. Bir kişinin kimliğini çektiğimiz fotoğraflarla ifade etmemiz yetersiz kalabiliyor. Oysa kişinin yaşantısından bir kesit alırsak, yukarıda saydığımız özelliklerden dolayı hakkında bilgi ve kanaat sahibi olabiliriz. Osmanlıda ilmi kıyafe adında bir bilim dalı olduğunu biliyoruz. O zamanlar resim ve fotoğraf da kullanılmadığından kişinin ahlak ve karakter yapısını ortaya koyacak bilgileri ilmi kıyafe ile belirlendiğini Osmanlı resmi evraklarında rastlamaktayız.

Asıl konumuza dönersek insanın duygu ve düşüncelerini belirleyen yüz ifadeleri, jest ve mimikleri, davranışları kişinin ruh halini bize anlatmaya yetiyor. Bin bir çeşit duygu, bin bir çeşit düşünce besleyen insan gülmek ve ağlamak arasındaki bütün duyguları yaşayabiliyor ve bütün duyguları yansıtabiliyor. Biz ise hayatımızda hep gülmeyi isteriz. Zamanımızda insani ve dünyevi sorunlarla baş edemeyen insanlar gülebilme sorunlarını da yaşıyor demektir. İşte o zaman devreye güldürü sanatçıları ve aktiviteler giriyor. En azından buruk da olsa yüzlerin tebessüm etmesi arzulanıyor.

Şimdiki gazetelerde yazı yazan köşe yazarlarına eskiden fıkra yazarı denirdi. Adı üstünde fıkra yazarı demek, her şeye rağmen gülebilmek ve güldürebilmek demektir. Hayatın iyi yönleri vitrinlenerek kötü yönlerine karşı nasıl dudak bükülür, okuyuculara yazdıklarıyla ustalıklarını gösterirlerdi. Adeta yoldan çıkmayalım ve elaleme gülünç duruma düşmeyelim denmek istenirdi. Böylece doğruluk, iyilik ve güzellikler teyid edilerek, toplumu ifsad eden her türlü yanlışlıklar, kötülükler ve çirkinlikler yerilirdi.

Meddahlar, karikatüristler, mizançılar, orta oyuncuları, hacivat ve karagöz gibi gölge oyunları, günümüzdeki standapçılar, palyaçolar ve komedilerin yanında farklı ülkelerde gördüğümüz karnavallar bile insanı güldürebilmek için yapılan aktivitelerdir. Sözün kısası hepimiz gülelim ve hepimiz güldürelim. Her halimiz ve davranışımız ve bütün varlıklarımızla gönül alalım. Gönülleri hoş tutalım. İnsanları hoşnut edelim. Bütün varlığımız ve varlıklarımızla insanlara iyiliğimiz dokunmalı ki tebessümün bir anlamı olsun.

Profösör

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Hakikat içinde bir rüya, rüya içinde hakikat..


Ramazan ayının sonuna yaklaşıyorken kendimizi, İstanbul'un tarihi yarımadasında bulduk. Onbir ayın sultanı olarak nitelendirdiğimiz Ramazan ayı, rahmet, mağfiret ve bereket ayı. Bu ayda kendimi gerçekten bir garip hissederim. Sağlıklı herkes gibi oruç tutma vecibemi yerine getirememenin bir burukluğu ve hüznünü her halimle taşırım. Buna rağmen iftar vaktinde hayatımın en mutlu anlarını yaşarım. Herkes gibi iftar vaktini bekler, müezzinin akşam ezanını okumasıyla birlikte iftar açarım. Bu duygunun feyzi bereketiyle kendimi yeniden dirilmiş, yeniden dünyaya gelmiş gibi hissederim. Bu vesileyle ramazan ayı boyunca bir iç muhasebe içinde olduğumu söylemeliyim.

Cihan devleti Osmanlı'nın dünyayı adaletle yönettiği bu tarihi yarımadaya geldiğimizde dini, milli, tarihi duygularla karışık, insanın yaşadığı bütün mikro ve makro duyguların evrensel boyutlarını da bu tarihi yarımadada hissederek büyük hazlar yaşadığımı söylemeliyim. Devlet olma, halife ve reis olma sorumluluğuyla aç bir aileye sırtında un çuvalı taşıyan Hz. Ömer’i düşündüm. Bu sorumluluk bilincinin dünyayı yönetmedeki Osmanlının fetih ruhunu düşündüm. Dünyada tek bir insanın, tek bir canlının zulümden kurtuluncaya dek adalet duygusunun bizim birey olarak insani, vicdani ve dini vecibelerimizi salih amellerle bezemek olduğunu anladım. Göğsümde bir kez değil, bin kez atan bir yüreğimin bin yürek taşıdığını hissettim. Sevmenin, sevilmenin, yardımlaşmanın, kaynaşmanın ne demek olduğunu anladım.

İşte böyle bir duygunun yaşandığı yerlerden biri de Sultanahmet Meydanı.. Tam iftar vakti koskoca meydanda oturarak bir iftar yapabileceğimiz bir ağaç altı, ya da bir çiçek kenarı bulamadığımızı söyleyebilirim. Yediden yetmişe herkes yerini almış iftarı bekliyordu. Banklara, çimlere, kaldırımlara oturmuş binlerce insan iftarı bekliyordu. Bu güzel manzara içinde kendimize parkın Sultanahmet camisine bakan kısmındaki kaldırımda iki kişilik bir oturma yeri bulabildik. İftariyeliğimiz evden hazırladığımız mütevazı bir sofradan ibaretti. Bazı illerde iftar vakti İstanbul'a nazaran eken yapılıyordu. Ankara’da saat yirmide ezanlar okunmaktaydı. Sanki İstanbul’dan bu ulvi sesi duyar gibi oldum. Telefonumun saatine baktım ev et Ankara'da iftar açılıyordu. Dostlarım için güzel dualarda bulundum. Türkiye’nin her ili, hatta dünyadaki tüm müslümanların iftar vakti benden soruluyormuş gibi, hepsinin sofrasında bulunmak istedim. Özellikle Somali'deki açlık kampındaki insanları düşünürken kendimi tutamadım. Gözyaşlarım gözlerimden değil de yüreğimin derinliklerinden akıyor gibiydi.

"Allah'ü Ekber.. Allah'ü Ekber.." Caminin minarelerinden ezanlar okunmaya başlar başlamaz caminin bütün şerefelerinin lambaları ışıl ışıl yanmaya başladı. Sultanahmet Camisi'nin altı minaresi vardı. Bu altı minarenin dördünde de üçer şerefe, ikisinde ise ikişer şerefeden "Onaltı" şerefesi vardı. Bunda da bir hikmet vardır düşüncesiyle orucumuzu dualarla açtık. Allah'tan hidayet; hastalara şifa, dertlilere deva, borçlulara eda diledik. Sevgi, şefkat ve merhamet diledik. Dostluk ve kardeşlik diledik. Rahmet, mağrifet, bereket diledik. Bu ışıklı şerefelerle birlikte yanan minareler arasındaki "Namaz dinin direğidir" mahyasındaki yazılar ise, müslümanlara önemli bir uyarı niteliğindeydi. Eğer dimdik ve dipdiri ayakta durmak istiyorsak namaza sarılmamız gerekiyordu. Sağ ve sol yanımızda kaldırımda oturarak bu ışıklı ve büyüleyici muhteşem manzarayı içselleştiren iki turist kıza da birer küçük sandviçlerden ikram ederek karşılıklı konuşmadan tebessüm ettik. " Hakikat içinde bir rüya, rüya içinde hakikat" her zaman vardır bunun nedeni nedensiz bir tebessümdür.

Profösör

19 Ağustos 2011 Cuma

Gecenin mehtabı ve Yalnızlık duygusu..

Yazı ve Grafik: Profösör / Müzik: Percy Faith - Somewhere (Tıklayınız)

Bu gece ayın tam ondördü.. Gökyüzündeki dolunay benim yalnızlığımı izliyordu.. Yatak odasındayım. Penceremin üst camından  bana bakan, parlayan, bir tepsi görünümündeki dolunay sanki bana tebessüm eder gibiydi.. Saat, gecenin yirmi dördünü göstermesine rağmen, yatıp, uyuyarak kendimden geçmek istesem de, zerre kadar gözüme uyku girmiyordu.  Zihnim nedenini bilemediğim bir aydınlık içindeydi. Kendimi bu manzara içinde hüzünle karışık duygusal bir transın eşiğinde buldum. Adeta gecenin esintisiyle iradesiz sürüklenen kuru bir yaprak gibiydim.  Sanki her an,  merdiveni olmayan bir yalnızlık kuyusuna düşebilirim endişeyle kendimi toparlamaya çalışıyordum. Aslında bu gayretimin de boşuna olduğunun bilincindeydim.  Gökyüzünde mehtap bana tebessüm ederken, ben ise onu bütün hüznümle seyre dalmıştım. Aramızda bir tür efsunlu bir yakınlık oluşmuştu.. Büyük bir sessizlik senfonisi ve mehtabın tebessümü hüznümü kat kat arttırıyordu.

Böyle bir ruh haliyle gayri ihtiyari bir şekilde elimdeki kitabı yatağımın üzerine bırakarak pencereye yöneldim. Sonra pencerenin perdesini iyice araladım. Pencerenin kanatlarını ardına kadar açtıktan sonra dolunaya daha geniş bir çerçeveden dikkatle baktım.  Pencere camımdan gülümseyen dolunay, pencere ardına kadar açılınca, sanki birbirimize bakış mesafemiz aralanmış gibiydi. Benden uzaklaşma anlamına gelen bu durumda, birden içimden gelen bir titremeyle sessiz sesiz ağlamaya başladım.  Uykusuzluğa yenik düşmüş ruh halimle, gözüme zerre kadar uyku gelmediği gibi, sessiz ağlayışlarımla gözlerimden bir damla dahi gözyaşım dökülmüyordu. Sanki göz pınarlarım kurumuş gibiydi. Bunun arkasından gelen ağır bir ağlama dalgasıyla, ağlama  şeklim hıçkırığa dönüşünce, sanki içimden bir baraj boşanırcasına iki gözümden gözyaşlarım akmaya başladı. Onlar aktıkça, yanaklarımdan, burnumdan, dudaklarımdan ve çenemden, ılık ılık süzüldükçe hıçkırıklarım kat kat arttı. Artık kendimi tutamayarak bağıra bağıra ağlama transına girmiştim.  Ağladıkça içim burkuluyor, içim burkuldukça da ağlıyordum.

Bu hıçkırıklar gecenin senfonik sessizliğini bozuyordu. Bu senfonik sessizliğin yerini sürekli yükselen hıçkırıklara bırakıyordu. Apartmanımızın giriş katında oturmamızdan, dairemiz sanki müstakil bir ev gibi, bahçemiz dört bir tarafından gözetlenebiliyordu. Gecenin sessizliği, penceremden bana bakan mütebessim bir dolunay, yalnızlığımla yaşadığım bu garip durum karşısında, penceremin tam karşısında duran, üzeri brandayla kaplı bir otomobilin üzerinde uyuklayan siyah bir kedinin dikkatini çekti.

Benim hıçkırık seslerimi ve ağlayışımdan etkilenen bu kedicik, aslında zaman zaman kendisine yiyecekler verdiğim sadece gecelerini bizim avluda geçiren bir sokak kedisiydi. O da en az benim kadar yalnızdı. O da en az benim kadar duyguluydu. O da en az benim kadar cefakâr, fedakar, vefakar bir kediydi. Pencerede bu halimi görerek yerinden kalktı. Küçük bir gerinmeden sonra usul usul penceremin tam altına gelerek başını yukarıya kaldırdı. Siyah kedinin gözleri ışıl ışıl parıldıyordu.. Gözlerinin ışıltısı sevgi, şefkat ve merhamet hisleriyle yüklüydü. Göz göze geldiğimizde beni bir dost olarak tanıdığını ima edercesine benimle dertleşir gibi miyavlamaya başladı. Bu siyah kedinin dostane davranışı beni teselli etmeye yetmişti. İnanılması güç gelebilir ama; bu dost sokak kedisi mehtabın altında, penceremin önünde serenat yapar gibi miyavlamasını "onaltı" kez yineleyip ortadan kaybolup gitti.

Artık yatıp uyumalıydım. Yaşadığım bu hüzünden sonra başımı yastığa koyduğumda, yalnız olmadığımı hatırlatan "Seni çok seviyorum" cümlesini tekrarlayan bir değerin varlığıyla uykuya teslim oldum. Asla yalnız değildim.  Uyandığımda mutlu ve umutlu bir sabah beni tebessüm ederek karşılıyordu.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Kurbağa kurbağa ne ister.. Şimşek yağmur ister ...

Bir kurbağa zulme uğramaya  görsün!. Tek başına devleşebilir, dünyanın bütün düşman ordularını  bir anda talan edebilir. Doğa adına, doğaya tahribat yapanlardan hesap sorarcasına, bütün hiddetiyle intikam alabilir.

Bir çoğumuzun küçüklüğü köylerde geçtiğinden, hep tabiatla iç içe yaşamışızdır.  Genellikle biz çocukların, o zamanki bir numaralı oyuncağı, kendi yaptığımız oyuncaklardan ibaret olurdu. O zaman ne hikmetse hem hayvanları çok sever,  onlarla arkadaş gibi oynar, hem de boynumuzda birer sapan taşırdık. Sapan bir nevi köy çocuklarının, kuş avlamak için icad edilmiş bir silahıydı. Bizim boynumuzda gezdirdiğimiz sapanlarla kuşları huzursuz eden bir duruşumuz da vardı. 

Oysa köylük  yerde bütün hayvanların değeri çok büyüktü. Bizim bahçemizde on, onbeş tane tavuk bir de horoz beslenirdi. Hatta onların kümesini de babamla birlikte yaptığımızı anımsıyorum. Bunun yanında hayvan olarak bir de eşeğimiz vardı. Onunla işlerimizi görür, ayrıca bizi taşıması için üzerine binerdik. Yine bahçemizin kenarından geçen su arkının kenarlarında kurbağalarla tanışır onlarla oyunlar oynardık. Özellikle yaz gecelerinde kurbağaların vıraklamaları, milyonlarca çekirge sesinin içinde dikkat çekici olurlardı. Yaz gecelerinde arkta akan su sesi, kurbağaların vıraklaması, çekirge sesleriyle oluşan doğal orkestranın sunduğu armoniyi unutmam mümkün değildir.  Bir anlamda kurbağaların vıraklamaları susuzluğu, kuraklığı gideren ve yağmuru yağdırdığına inanılırdı. Biz de çocuk olarak buna inanır, büyük, küçük her hayvana bir anlam yükler, onları ulvi ve yüce değerlerle bütünleştirirdik.. Hatta yazları kurak geçtiğinde, hububat susuz kalırsa, büyükler yağmur duasına çıkar iken, biz çocuklar kurbağaları bir küçük gölete toplayarak bütün çocuklar göletin etrafında bir halka oluştururduk. Sonra da hep bir ağızdan,  "Kurbağa, kurbağa ne ister? Şimşek, yağmur ister" diye bağırarak tempo tutardık.

Yukarıdaki videoyu izleyince kurbağaların da ne kadar güçlü olduğunu ve kendisine kötülük yapılırsa nasıl patlayabileceğine inanırım. Dünyanın öbür ucundaki bir kelebeğin kanat çırpışı nasıl tusunamiler oluşturabilecekse, bir kurbağa isterse atom bombası etkisini düşmanlarına gösterebilir.

Profösör

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Zamanımın yarısını paylaştığım çalışma masam


İşte çalışma masamdan bir bölüm. Ömrümün yarısının nasıl geçtiğine dair şahit olan masa objelerim. İnsan hayatının bir parçası da, iş hayatı olarak adlandırılabilir. Genelde masa başı çalışanlarımız, çalışma masasıyla öyle eşleşmiştir ki, çalışma masası sanki ayağına vurulan pranga gibidir. Mektup, telgraf, telefon ve fakstan sonra internet, hayatımıza girer girmez iletişim anlayışı günümüzde tamamen değişti diyebiliriz. İnternet bilgiye ulaşmamızda dipsiz bir kuyu ve derinliği olduğu kadar sayısız basamağı olan, gökyüzüne uzanan bir merdiven gibidir.  İnternetle bir ufuktan bir ufuğa gezinti yaparız. Ancak internet bir o kadar da bilgi kirliliğini, içinde barındırdığını söylemeden geçemeyiz. İçinde sayamayacağımız kadar insanımızı ifsad eden, insanımızı bozan sapkın dökümanlar bulunmaktadır.   Bizler doğruyu, iyiyi, güzeli öğreten bilgiye ulaşmalıyız. Olgun ve yetişmiş insan olma yolunda interneti bir araç ve gereç olarak kullanmalıyız. Bu yüzden editörlüğe önem veriyoruz. Editörlük kısa bir tabirle doğru, iyi ve güzel fikirleri iletişim sanatlarıyla işleyerek insanlığa kurtuluş reçetesi sunabilmektir. Marifet sayısız yanlış, kötü ve çirkinin içinden doğru, iyiyi ve güzeli insanlara verebilmektir. İşte bu yüzden okumayı seviyoruz. Bu yüzden yazmayı seviyoruz. Bu yüzden her tür iletişim aracıyla dökümanlarımızı paylaşmayı seviyoruz.

Artık herkesin çalışsa da çalışmasa da bilgisayarın bulunduğu bir masası, onunla vaktini geçiren masasındaki objelerin bir değeri ve bir hayati anlamı vardır. Benim masam da mütevazı bir çalışma masasıdır. Evimin küçük odası benim "Home ofis"imdir. Burada yazar, burada çizer, burada misafirimi kabul ederim.  Resimde gördüğünüz gibi bilgisayarım bir "Mini Mac" bilgisayardır. İşletim sistemi PC'lerden farklıdır. Leopar bir işletim sistemiyle çalışır. Asla virüs almaz. Bu yönden şanslı sayılırım. Ekranımın sol tarafındaki beyaz kutu gibi görünen obje benim Mini Mac’imdir. Ekranımı açar açmaz önce internette sayfam olan "Mefkure_miz" e bakarım. Yazılarıma gelen yorumları dikkatle okurum. Onlara cevaplar yazarım. Ekranımdaki iki nottan birisi üzerinde "su iç"  ibaresi bulunan bir nottur. Çünkü su hayattır.. Diğeri ise internet hizmet numarasıdır. Klavyem ve mausum da kibardır. Asla bana zorluk çıkartmazlar. Yine resmin sol tarafına bakarsak bir masa lambası ve üstünde duran bir rulo kâğıt bulundururum.  Bazen spot lambayla çalışmak daha dinlendirici olabilir. Kâğıt rulo ise gerektiğinde klavyenin tozlarını alır, gerektiğinde terimi silerim. Yine sol tarafta, şimdi yenisi bulunan ve bana can simidi gibi Ankara’dan yetiştiren "Asahhara"  nın modeminden önceki emekliye ayırdığımız modemimiz bulunmaktaydı. Tam yedi yıl bize hizmet vererek bize veda etmek zorunda kaldı. Modemin önünde tok karınla alınan bir diyabetik hap, bir bardakaltlığı, bir cep telefonu ve bir de flaş diskim bulunmaktadır.

Sağ tarafa gelince duvarda bir renk skalası vardır. Bu mesleğim için çok önemlidir. Renklerin baskı değerlerini onda kontrol ederim.  Aşağıda bulunan iki ağaç vazoya insülin iğnelerimi koyarım. Günde dört kez insülin yapma seansım vardır. Yanındaki küçük vazoya genelde küçük makasımı koyarım.  Diğer vazoda kalemlerim ve kretuvarlarım bulunur.  En küçük metal kutuda ataşlarım, yandaki teneke kutuda, kartvizit ve önemli notlarım bulunur. Yandaki açılır kapanır deri notluk içi ise, anahtarlarım, tırnak makasım gibi küçük objelerle doludur. Küçük bir kitap okuma lambası da aksesuar olarak bulunur. Notluğun üzeride oranj bir postit, üstünde de bir çiğnenmiş bir ciklet yer alır. Notluğun önünde de yatırılması için bekleyen bir elektrik faturası yer almaktadır.

Bu masanın sağ tarafında benzeri bir masa bulunmaktadır. Bana bir çalışma masası yetmediğinden bir banko görevi yapsın diye eşini de yanına koyarak alanı genişletmiş bulundum. Orada da günlük dosyalarım, zaman zaman kafama geçirdiğim takkem, renkli, yapışkanlı işaret kâğıtlarım, içinde bozuk para bulundurduğum kuyumcuların içine altın bilezik koyduğu kutu böylece işime yarıyor.  En son da televizyonum ve kumandası..

Bu objelerin hepsinin birer hayat hikâyesi vardır aslında. Her biri işlevsellikleriyle bir ömür tüketirler. Onları bir bir yazmış olsam her biri bir roman, her biri bir film olarak karşımıza çıkabilir. Elbette sizin de ömrünüzü bütünleştirdiğiniz çalışma ve bilgisayar masanız vardır. Siz de duygu ve düşüncelerinizi sayfanızda paylaşabilirsiniz.

Profösör

12 Ağustos 2011 Cuma

Dua Hayattır

Beni bir ben bilirim, bir de Rabbim bilir. Kimselere ne kendimi anlatabilirim, ne de derdim şu diyebilirim.. Anlatıp anlaşılamamaktır bizi gam ve kedere götüren. Hayatın bize sunduğu tüm düzen içerisinde neler yaşamadık ki.. Küçücüktük, büyüyüp hayata hazırlanmak için yol aldık. Çocuk olduk, anlaşılamadık.. Bazen ne istediğimiz oyuncağa kavuşabildik, ne de istediğimiz yere götürüldük. Genç olduk, kendi içimizdeki fırtınaları dile getirip, bir Allah’ın kulu bizi de anlasın desek de anlaşılamamanın ve geri itilmenin sıkıntısını yaşadık. Kendi yaşıtlarımıza imrendik, hep bir arzu ve isteğin içinde bulduk kendimizi.. Hep istedik, tekrar tekrar istedik.. Gençlik bitip yuva kurmanın heyecanı içinde, gözümüz daha da iyiyi ve güzeli arzuladı. Bir yuva kurup, hayatımızın devamında bize eşlik edecek kişinin bizim gibi düşünüp, bizim gibi yaşamasını istedik.. Bir evlat sahibi olmayı, bir ev sahibi olmayı, güzel bir hayatın içinde rahat bir şekilde yaşamayı arzu ettik.. Yaşlılık gelip bizi bulduğunda bile, sanki hayatın en başındaymışız gibi beklentilerimiz ve isteklerimizin ardı arkası hiç kesilmedi.. Biz her ne istesek de hayatımız mukadderatla ilintiliydi. Anladık ki biz ne istiyorsak hakkımızda en hayırlısını veren yine O yüce Rabbimiz idi. Bize düşen görev, Rabbimizin emirlerine uyup, hulusi bir kalp ile ellerimizi açıp, dua edip, O'na yakarıştan ibaret olmasıydı.

İnsanoğlu hep bir İstemenin ve kendinde olmayan durumun peşindedir. Hayatının tamamında, tek bir günü bile, bir şey istemeden geçirmemiştir. Yaratılışta olan bu kavram kâinattaki tüm canlılar içerisinde, insana verilmiş en güzel mucizevî bir özelliktir. Dua Rabbi ile kendi arasındaki en önemli iletişim kaynağıdır. Her sıkıntısını, her arzusunu, her yakarışını sadece ve sadece ellerini semaya açıp Rabbin’den ister. Allah’ın Resülün’dan bizlere ulaşan bir hadiste "Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin" Bir iğneden bir ipliğe, bir evden bir evlada, güzel bir huydan güzel bir harekete kadar tek istenilecek yer Rabbimin huzurudur. Tevhidin öz konusu ve açılımı da budur. Dua bir ibadet şeklidir. Biz O'nun kulları olarak ancak O'na kulluk eder ve ancak O'ndan yardım isteriz.

Kim bilebilir ki kişinin içinde yaşadığı çıkmazlarını, acizliklerini hayal kırıklıklarını ve hayattan tüm beklediklerini… En yakınına, hatta annesine bile tüm hissettiklerini anlatamayan bir insanın tek dostu, tek sırdaşı ve tek sığındığı Rabbi’dir. Sadece O'na kendisini anlatır. Sadece O'na tüm zayıflıklarını, karmaşalarını, kırgınlıklarını, beklentilerini anlatabilir ve isteyebilir. Sadece O'nun karşısında rahatça ağlayabilir. İnsanın her şeyini, herkesten sakladıklarını, günahlarını ve sevaplarını sadece O bilir. Sadece O'na söyler ve sadece O’ndan medet umar. Kendi iç sesini, kendi aklından geçen türlü düşünceyi, hayallerini bilen sadece Rabbi’dir. Kişi kendisini sadece ve sadece Rabbi’ne teslim eder ve sadece onun huzurunda kendisi olabilir. Yalansız, riyasız, anlaşılamama derdi olmadan, tek kendini ifade ettiği yer, Rabbine duasıdır. Çünkü dua, kişinin kendisi ile Rabbi arasındaki en büyük iletişim ve yakınlaşmasıdır.

Dua etmek sadece Rabbimizden bir şeyler istemek anlamına gelmemelidir. Dua bir katrenin bir ummanla buluşma vaktidir. Dua kulun Rabbiyle bütünleşme halidir. Mikro bir değirin, makro bir değer içinde yerini bulmasıdır. Dua yaşamdır.. Dua İslam'ı özümsemektir. Dua sözde inananlardan sıyrılmaktır. Dua teslimiyettir. Dua her türlü hal ve hareketimizle Rabbim’e teslim olduğumuzu tüm cihana göstermektir. Dua tevhidin anlamını bilmek ve yaşamımıza uygulamaktır. Dua kişinin hiç beklentisi olmadan, sevdiklerine ve tüm İslam âlemine, güzellikleri ve iki dünya saadetini istemektir. Günahsız bir dil ile başkasının iyi bir hayatı olması adına Rabbimize el açmasıdır. Dua sevinçtir.. Dua gözyaşıdır.. Dua hüzündür.. Dua boyun büküştür.. Dua cezbedir, coşkudur. Dua kulluk bilincidir.


9 Ağustos 2011 Salı

Çaresizlere uzatılan elleri, Allah kesinlikle boş çevirmez..


Bir hayat kurtarmak demek; bütün insanlık değerlerini kurtarmak demektir. Aslına bakarsak zaten her canlı, hatta her varlık da birbirinin varlık sebebi değil midir?. Her şey birbiri için yaratılmıştır. Sonra da bütün bu varlıklar insanoğlunun emrine verilmiştir. Her varlığın da mutlaka dünyaya geliş ve varoluş hikmeti vardır.

Bir su kanalına düşen köpek yavrusunun çaresizlik içinde çırpınışına kim kayıtsız kalabilir !.. Hiç kimse kayıtsız kalmamalıdır. Yukarıdaki resimde iki çocuğun birbirine destek vererek ve güç birliği yaparak, kanalda boğulmakta olan köpek yavrusunu kurtarma ameliyesini görmekteyiz. Bu kurtarma işleminde, bir çanta askısının bile ne tür bir işlev gördüğünü özellikle düşünmeliyiz. Her değer zincirleme birbirinin varlık sebebidir. Sonuçta bir köpek yavrusu deyip geçemeyiz. Bir hayatın kurtulması demek, bin hayatın kurtulması demektir. Depremdeki eğitimli köpekler gibi zamanı gelecek bu hayvancık da bir canın kurtulmasında öncü olacaktır.

Bu vesileyle kutsal Ramazan ayında çaresizlere el uzatalım. Çaresizlere uzatılan el, Allah'a uzatılan el gibidir. Çaresizlere uzatılan elleri Allah kesinlikle boş çevirmez..

6 Ağustos 2011 Cumartesi

İki seneden beri gidilmeyerek geciktirilmiş bir memleket seyahati

Bizim geleneklerimizde önemli günlerin yeri çok değerledir. Özellikle dini bayramlarımızda küçükler büyükleri ziyaret edip gönüllerini alırken, bunun tam tersi büyükler de zaman zaman çocuklarının yaşadıkları yerleri ve durumlarını öğrenmek ve onlara maddi ve manevi desteklerini esirgememek için çocuklarına ziyarete gelirler. Bu anlayış hala devam etmektedirler. Bir dönem dini bayramlar yaz aylarına tekabül ettiği için, yaz tatillerinde bayram ziyaretleri ne yazık ki ihmal edilmektedir. Biz de gidemediğimiz ziyaretlerin telafisi için, memleketimize gitmeye karar verdik.. Zaten havalar ısınmaya başlar başlamaz annemde de bir köye gitme isteği depreşir. Orası, burası ağrır.. Ihıldar, sızıldar.. "Haydin artık beni köye kim götürüp bırakacaksa bıraksın.. Sıkıldım artık buradan" demek istediğini anlarız.  Bu yaşa kadar araba kullanma merakım olmadığından en küçük kardeşimin kaptanlığında  hep birlikte akşamın sekizinde İzmir'e hareket ettik.

Sabah namaz vaktinde köyümüzdeki evimizin kapısına dayandık. İçimi garip bir duygu kapladı. Evimiz bir dere kenarıydı, ama derede bir gram su yoktu. Yaz geldi mi bizim oturduğumuz küçük bahçedeki evimizde, sıcaktan durulmuyordu. Hele akmayan "Manda" deresindeki taşlıkların harareti evimize vuruyordu. Fakat sabahın serinliğini hissedilince, bir anda içimi sükûnet ve huzur kaplamıştı. Kapıyı açtık, içeriye girer girmez pencereleri açarak iki oda bir ara holden oluşan evimizi havalandırdık. Hepimiz bir yol yorgunluğu uykusundan sonra kardeşim ve annemle ilk resmimizi fotoğraf makinemize kaydetmiş olduk.

Evimiz köyümüzün en sonunda bulunmaktadır. Geceleyin Aydın dağlarından gelen esinti, evimizin bulunduğu doğal koridorda, serinletici bir klima etkisi yapmaktadır.  Geceleri sabaha kadar oturarak keyif çatabilirsiniz. Köyümüzün karanlığı bile aydınlığı kadar güzeldir. Yeter ki gökyüzünde bir mehtap bir de yıldızları olsun.

Bir taraftan köyümüzdeki yakınlarımızla görüşürken, bir taraftan da köyümüzün dışındaki yakın yerlere de ziyaretler ediyorduk. Bunlardan biri de Birgi kasabasıydı. Burası Ödemiş'e bağlı bir kasaba..  Meşhur âlim İmam Birgivi hazretlerinin ismiyle ün kazanmış bir kasaba. .Burayı ziyaret ettiğimden dolayı da çok mutlu oldum. Cami avlusu bahçesinden bir manzaraya dahil olarak, burada da bir hatıramız olsun istedim.

Bu arada Birgi kasabasında bulunan evlerin hepsi tarihi eser olduğu için UNESCO’ nun fonlarından yararlanılarak bir bir restorasyon görmüş. Bütün kasaba büyüleyici bir manzara içinde bize misafirperverlik gösterdi. Birgi'nin biraz yüksek yerde olması, havasıyla, suyuyla ve otantik yapısıyla bizi de etki alanına almaya yetmişti. Bu kasabaya sadece İzmir ve civarından değil, Türkiye'nin her yerinden, hatta dünya ülkelerinden ziyaretçileri eksik olmuyordu.

En sonunda bu kasabadan ayrılmadan büyük âlim İmam Birgivi hazretlerinin kabrini ziyaret ederek, bu yüce zatın insanlığa, ilim ve irfana yaptığı hizmetlerinden dolayı teşekkür ettik. Kabri başında bu vesileyle bu büyük zatın hürmetine bütün dostlarım için dualarda bulundum. Tek tek adlarını zikrettiğim dostlarımın bu ziyaretten de nasibdar olmalarını canı gönülden istedim. Bu resmim ise, belki bir hüzün yansıtsa da yüz ifadem, belki de bir mahcubiyetin ifadesidir. "Bana bir harf öğretenin kölesi olurum"  sözünün bir yansıması olarak bu büyük âlimden ders gören, ilim irfan gören bütün öğrencilerine de şükranda bulundum. Ben de bir fakir öğrenci olarak, bu büyük hoca ve alimin ancak türabı olabilirdim.. Hatta türbedarı olurum. Bu duygularla, Birgivi hazretlerine huzurunda selam vererek veda ettik.

Dünyaca ünlü Tire pazarını dolaştıktan sonra, Tire'nin yamaçlarında bulunan "Dere kahve" mevkiine uğradık. Burası nefis bir dinlenme yeriydi. Derenin iki tarafı, butik çay ocakları, kıraathaneler ve oturma yerleriyle misafirlerini ağırlıyordu. Otantik bir yer sayılan bu tarihi mekân, Tire'nin bundan önceki belediye başkanlığını yapan kardeşimiz "Sıtkı İçelli" nin unutulmayacak çalışmalarıyla kazandırıldığını hatırlatmak isterim. O'na gönülden teşekkür ediyoruz

Susayınca su içilir ya; ben de eski bir yapının taş duvarından gelen ve suyunu küçük bir yalağa akıtan musluktan su içmenin zevkini tattım. Bir taraftan su içerken bir taraftan da aklıma gelen şu cümleler dudaklarımdan dökülüverdi. "Bak bu çeşmenin su içecek tası yok.. Kalpleri kırmayalım yapacak ustası yok" ..  Sonra da kitabesi bile bulunmayan bu adsız çeşmenin banisine  bu hayratı için  dualar edip, teşekkürde bulundum..

Böyle büyüleyici ve otantik mekânın da gizemli sahipleri olduğunu da söyleyebilirim. Adsız bir çeşme olabileceği  gibi. Bu ortamda kimsenin adını ve sadını bilemediği adsız bir zatı muhteremle tanışma şerefine nail oldum. Bu bilinmeyen adsız adam bir meczubdu. Nasıl ve nerede cezbeye kapıldı bilinmez ama ben bu zatın cezbesine kapıldım diyebilirim. Cebimden bir kâğıt para çıkarıp vermek istedim. O kâğıt parayı almayıp, bana kendi cebinden çıkardığı küçük bir madeni para gösterdi. Bu paranın değeri on kuruştan ibaretti. Cebimde on kuruşum bulunmadığından kendisine bir lira uzatarak ve bu bir lirayı almasını razı ettikten sonra bu otantik yer olan "Dere kahve" mevkiinden ayrılmış olduk.

Zaman su gibi akıp geçti.  Bir hafta ne çabuk geçti anlayamadık ama, dolu dolu bir seyahat yaptığımız için hepimiz mutlu olduk.  Bu arada Tire pazarı ve diğer yerlerden teknik sorunlardan dolayı fotoğraf alamasak da, bu paylaşımlarımızı paylaşmak istedik. Dönüş yolculuğumuz da  Tire'nin Salı pazarından aldığımız organik doğal ürünleri aracımıza yükledikten sonra başlamış oldu.. İstanbul’a dönüş yolculuğunda bir ara ana yoldan saparak, bir göl kenarında mola verme şansını yakaladık. Böylece dönüş yolculuğumuz huzur ve mutlulukla tamamlanmış oldu.

"Profösör"
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...