İzleyiciler

25 Aralık 2010 Cumartesi

Çocukluk Anılarımdan Bir kesit

Asahhara'nın "Anılarımız ve anılarımızın eşyalarımıza yüklediği anlamlar" Başlığıyla ilgili yazısını dikkatle okudum. Hem hüzünlendim hem de sevindim doğrusu.  Bu arada beni bu konuda "mim" lediği için de ayrıca kendisine teşekkür ediyorum. Çocukluğumu tekrar yaşadığım için  ayrıca keyiflendim.
1953 yılında tek odalı köy evinde doğmuşum.  O yılları düşünebilir misiniz? İmkânsızlıkları. Dedemler Yugoslavya'dan Türkiye'ye göç ettiklerinde babam  iki yaşında imiş. İzmir'in Tire İlçesi'nin bir köyüne göçmen olarak yerleşmişler.  Göçmen kültürü geldiğimiz köyde de varlıklığını ailecek sürdürmüştür. Daha küçük yaşlarda (bebekliğimde diyebilirim) türk kahvesi bağımlısı olmuşum. Hatta bir kahve fincanı tıkırtısı duyduğumda o küçük halimle çığlık çığlık bağırırmışım. Onun için annem misafirlikte utanırmış benim bu davranışımdan. Ninem alıştırmış beni kahve içmeye. İyi hatırlıyorum köyün en fakir ailesi oluşumuzdan kıt kanaat geçinirdik. Ama imkan geçtiğinde elimizde ne varsa  dağıtmayı da bilmişiz. Evde yapılan tepsi tepsi kol börekleri bütün mahalleliyle yenir içilirdi. Fakiriz ama fakirliği de bir mertebe sayıp dağıtmayı da, paylaşmayı da şükretmeyi de bilirdik. Fakirdik ama nedense kendimizi onurlu ve soylu bir ailenin çocuğu sayardım kendimi. Başkalarının varlığına özenmezdim hiç. Kendi içimde apayrı bir dünyam vardı benim. Annem bana yüklü iken ninem bir hocaya gider durumu hocaya anlatır. O da "bebeğiniz doğduğunda adını Mehmet" koyun der. Sonra ben doğunca dedem de kendi ismini vermek ister bana. Ninemle kavgaya girişirler. Hatta ninem dedemden baston da yer bu arada. Dedeme "Sen Muhammed Aleyhisselam'dan büyük müsün ki" deyince benim adım bundan böyle Mehmet olmuştur artık. Köy şartlarında yetişmemize rağmen bize hayranlıkla bakıldığını hissederdim hep. Bize güzel anlamlar yükleniyordu ailecek. Evimizin avlusunda hanımeli çiçeği vardı. Bütün avlu duvarlarını sarmıştı. Rüzgârın hanımeli çiçeğini yalamasıyla sanki bütün köy hanımeli kokuyordu.

Babam köyün iğnecisiydi. Hastalara gider şırınga yapar, pansuman ederdi. Bir nevi sıhhiye gibiydi. Ondan dolayı benim  ilaç şişelerinden, oyuncaklarım olurdu. İplik makaralarından, su kovası çemberinden, gazoz kapaklarından, oyuncaklarım olurdu. Kamıştan düdükler, tüfekler, değirmenler yapardım. Büyüdükçe de oyuncaklarım değişti.  Evde akşamları gaz lambası yakardık. Üç erkek kardeş gölgelerimizin lambadan yansıyan ışığıyla duvarda büyülü bir animasyon içinde bulurduk kendimizi. Bu şartlarda gerçekten sevgi ve şefkat içinde bulurduk kendimizi.  Kışın evde mangal yakılırdı. Yazın tütün tarlasında çardaklar kurulur, tütün işlenirdi. Sazdan kamıştan yapılan çardaklar içinde bütün yaz yaşardık. Bütün Tire ovası tütünle doluydu. Geceleri her taraf lüks lambalarıyla ışıl ışıl oluyordu. Uzaktan eğer bir gazel sesi geliyorsa, mutlaka o ses benim sesimdir. 

Çocukluk bu ya, köy hayatında her şey bizim için oyundu zaten. Karıncalarla yakından ilgilenirdim. Karınca yuvalarını ziyaret edip, onların çalışmalarını hayranlıkla izlerdim. Onlara karşı ayrıca bir sempati duyardım.  Bir gün bir karınca yuvasına rastladım. Bu yuvada hiçbir karınca yoktu. Bütün karınca yuvaları işlerken ve karıncalar çalışırken, bu yuvadaki karıncalar yan gelip yatıyorlar mı diye düşündüm. Biraz da hayal kırıklığı yaşadım tabi. Karıncaların bendeki imajı sarsılmamalıydı. Daha ilkokula gitmiyorum yani. Sanırım  beş ila altı yaşlarında olacağım. Aklıma şeytanca bir fikir geldi. Çocuk aklı bu ya eğer bu karıncalar tembellik yapıp yuvalarında yan gelip  yatıyorlarsa bunları birinin  uyarması gerektiğini düşündüm. Bir tas suyla  karınca yuvasını suladım. (Bu cümlenin yerini başka bir cümle olduğunu itiraf etmeliyim ki değiştirdim. Bir nevi sansür diyebiliriz. Anlayan anlamıştır.) Bir de ne göreyim!.. Sanki karınca deliğinden binlerce karınca fırlayarak, sel ve deprem afetinden kaçan mağdurlar gibi sağa sola son hızlarıyla kaçışıyorlardı. Karıncalar suyla ıslandığından yuvalarından çıkarken ıslak ıslak ışıldıyorlar, parlak parlak  parlıyorlardı. Karıncalar bu halde iken bir ordunun  içtima yerin koşturması gibi bir durum yaşanmaktaydı. Karınca yuvasında sanki bir alarm durumu yaşanıyordu.

Yukarıdaki ilk paragraftaki anlatılan çocukla, bu karınca hikayesi ne kadar birbirine zıd bir durum olduğunu şimdi tebessüm ederek çocukluğumdaki mizah gücünü  hatırlıyorum. 

Her zaman gülmek ve güldürmenin yeri başkadır. Bu çocukluk anım kısa olsa da, burada paylaştığım bütün  blogdaşlarım içindir.  Hoşgörünüze sığınarak bu anım hepinize bir "mim" teşkil etsin istedim. Yüzünüz hep gülmesi dileğiyle..

Profösör

24 Aralık 2010 Cuma

Nehir İda ve Madalya Kazanan Kuzusu İçin;

Asahhara'nın "Anılarımız ve anılarımızın eşyalarımıza yüklediği anlamlar" Başlığıyla ilgili yazısını dikkatle okudum. Hem hüzünlendim hem de sevindim doğrusu. Bu arada beni bu konuda "mim" lediği için de ayrıca kendisine teşekkür ediyorum. Çocukluğumu tekrar yaşadığım için ayrıca keyiflendim.

Çocuklarımız; aynı zamanda geleceğimizi süsleyen değerlerimizdir. Onlar bizin en büyük hülyamızdır aslında. Geleceğimizi çocuklarımızın üzerinden tasavvur ederiz. Hepimizin en büyük dileği, çocuklarımızın, sağlıklı, mutlu, huzurlu ve birer hayırlı evlat olmalarıdır. Bunun yanında çocuklarımızın maddi ve manevi bütün zenginliklere kavuşmasını isteriz. Onların bilgiyle donanmasını, bilinçli yaşamasını ve insanlık idealinde bir birey ve insan olmasını arzularız. Bu konuda üzerimize düşen her ne varsa onlar için hiçbir fedakârlığı esirgemeyiz. Bizim sağladığımız imkânlarla birlikte, kaderinin de iyi olmasını, bahtının güzel olmasını dileriz. Bizim de üzerimize düşen en büyük sorumluluk da kendimizin de iyi bir insan olma yolunda gösterdiğimiz çabadır. Bu çabayla çocuklarımızın da onurlu ve soylu bir şekilde hayat anlayışlarına bir katkı gösterebilmeliyiz. Bazı değerler genetik olsa da, hayata bakışındaki, duygu, düşünce ve davranış olarak da alabilecekleri değerlerdir. Buradan yola çıkarak, bir çocuk kitabının tanıtımını ele almaya çalışalım.

Çocuklarımızın hayal dünyasına büyükler erişebilir mi diye sorarsanız hemen "Hayır" cevabını verebilirim. Çocuklar kendini Pokemoon yerine koyabilirler. Çocuklar kendini Heeman yerine koyabilirler. Çocuklar kendini bir kedi, bir köpek, bir böcek ve bir çiçek yerine de koyabilirler. Hatta çizgi filmdeki kahramanlara özenerek Arımaya gibi çiçekten çiçeğe konabilirler. Arı gibi sokabilir, kelebek gibi uçabilirler. İsterlerse hiç düşünmeden kendilerini bir boşluğa bırakıp kendilerini bir Süpermen kahramanı gibi görebilirler. Onlar inandıkları ve aklına getirdikleri her şeyi gözlerini kırpmadan yapabilecek bir potansiyele sahiptirler.

La Fonten masallarındaki gibi kendilerini kırmızı başlıklı bir kız, Ormandan dönen bir avcı, ya da bir kurt, bir tilki yerine de koyabilirler. Hele resimli bir masal kitabı onları çıldırtabilir de. Fareli köyün kavalcısının arkasından bile gidebilirler. Keloğlan gibi padişahın kızına aşık olabilirler. Kitaplarda geçen masalımsı öykülerin mantık ve fizikötesi ütopyasında biner gece masallarının içinde şişeden çıkan cin gibi kendilerini düşleyebilirler.

Yukarıdaki videoda bir öykü kitabının tanıtımı yapılmaktadır. Bu öykü kitabının tanıtım serüvenindeki üç boyutlu hareketli animasyonla çocukların ve bizim gibi ebeveynlerin beğenisine sunulmuştur. Öyküden alınan ilhamla kitabın sayfaları arasında dolaşan bir masal kahramanı gibi, kendimizi bir an rüzgârın önünde etekleri savrulan kırmızı başlıklı kız yerine koyabiliriz. Ya da bize biçilen kaderimizin bir kuru yaprak gibi rüzgârın önünde, bilinmeyen bir yolculuğa imzamızı atan bir maceraperest gibi, bir buçuk dakikalık bu kitap animesinin çarpıcı ve cazibeli bir büyünün tutsağı olmaktan kurtulamayız.

İşte iletişim budur. İşte iletişim mecrası budur. İşte tanıtım ve iletişimin sırrı bu büyüde gizlidir. Çocuklarımız neden istemez ki bu masalımsı büyülü fragmanda yerini alsın. Birer rol kapmasınlar. Biz bile...

Bu videoyu ve altyazıyı Sevgili Nehir İda ve madalya kazanan kuzusuna armağan ediyorum.

9 Aralık 2010 Perşembe

Mehmet Akif Bebeğin ziyaretçisi yine geldi


Daha önce ziyaret eden bu kedicik, bu sefer Mehmet Akif bebeğin odasındaki pencere kapalı olduğundan, sabaha kadar pencerede nöbet bekledi. Penceredeki tanıdık kedicik ve Mehmet Akif bebek annesi tarafından bu kez fotoğrafları çekildi. Bundan önceki blog yazımızın iki esas kahramanının mutluluk tebessümleri okuyucuya da bir mutluluk olarak yansısın diye paylaşıma konuldu. Kedi yavrularını sevenler, bebekleri de sever. Bebekleri sevenler, kedi yavrularını da sever. 

Bundan önceki "Bir anne bir bebek bir de kedicik" öykümüz gerçekte yaşanmış bir hayat hikâyesidir. Öyküdeki kahramanlar o zaman fotoğraflanmadığı için biraz  hüzünlenmiştik doğrusu. Bu kez pencereye tekrar gelerek ziyaret eden bu kedicik, bize fotoğraf verince mutlu olduk. Sanırım bu kedicik arkadaşı Mehmet Akif bebeği özlemiş yine gelmişti. Sanki bir roman ve film senaryosu gibi öykülerinin sürmesini mi istiyorlardı. 

Profösör

3 Aralık 2010 Cuma

Bir anne, Bir bebek, Bir de kedicik

Mehmet Akif  daha iki buçuk aylık dünya tatlısı bir bebek. Doğumundan bu yana pek sıkıntısı olmayan, Ağlaması zırlaması olmayan, bol bol uyuyan bir bebek. Mehmet Akif bebek, bir uykuya dalışıyla, dört beş saat kesintisiz, uyanmadan uyuması, ilk günlerinde  annesini korkutuyordu. Bu kadar uzun  uzun uyur muydu bebekler? Oysa Mehmet Akif bebek sanki uyumak için gelmiştir dünyaya. Annesinin de ilk bebeği olduğundan, çok fazla üzerine titriyordu sanki. Annesi bazen bebeğinin  bu kadar çok saatlerce, uzun uzun uyumasını istemeyerek onu uyandırıyordu. Mehmet Akif bebek "Gak" deyince süt,  "Guk" deyince altı alınıp temizleniyordu. Mehmet Akif şanslı bir bebekti vesselam.

Günlerden bir gün, Mehmet Akif bebek, mutat her günden farklı duruyordu sanki. Gülüyordu bebek kendi kendine. Melekler mi görünüyordu kendisine bilinmez ama, annesine olan bakışları annesinin içini eritiyordu. Gün boyunca annesi bir başka  çağırıyordu. O'na  "Bebeğimmmm!.." deyişiyle Mehmet Akif bebeğinin yüzünde güller açılıyordu. Bu güzel bebek o gün annesini bir başka emiyordu. Altı itinayla temizleniyordu. O gün banyosu da yaptırıldı Mehmet Akif bebeğin. Artık uyumanın vakti gelmişti. Zaten banyosu yaptırıldıktan sonra hemen uykuya dalıyordu. Her zamanki gibi banyo sonrası duyduğu rahatlık ve gevşemeyle, mışıl mışıl uyuması bekleniyordu bebeğin.  Ne mümkün? Sanki bir gariplik vardı bu bebek üzerinde.  Uykuya ait bir emare  yoktu.


Durmadan elini, kolunu sallıyor, ayaklarıyla tepiniyor, vücudunu oynatıyordu.  Bu da yetmiyormuş gibi "Agu" "magu" gibi sesler çıkartarak gülücükler veriyordu. Sanki bu bebeğin kimyası değişmişti. Mehmet Akif bebek gitmiş, yerine bir başka bebek gelmişti sanki. Beşik bile bir başka türden sallanıyordu. O bile yadırgamıştı bu duruma. Bütün gece uyumadı bu sevimli ve şirin bebek. Sanki bütün gece meleklerle konuşuyordu.  Bu bebeğin ne uykusu geliyor, ne acıkıyor, ne de ağlıyordu. Sadece gülücükler vermeye devam ediyordu. Annesi de pür dikkat O'na baka baka sabahladı. Annesinin gözlerinden uyku akıyordu ama bebeğin uyumaya niyeti yoktu. Annesi bir iki dakika uyku kestirmeliyim diyecek oldu. Önce yavrusunu aldı bağrına bastı ve onu öptü, tekrar beşikteki yatağına  yatırdı.

Son bir kez bakar bakmaz bebeğin annesi oracıkta kıvrılarak kendiliğinden derin bir uykuya daldı. Koskoca bir gecenin uykusuzluğu ve yorgunluğuyla anne gözlerinden akan uykunun tutsağı olmuş oldu. Bebek olanlara aldırmadan gülüşlerini sürdürüyordu. Bebek ve annesi evin giriş katında yaşıyorlardı. O günün sabahında şafak söker sökmez, bebek odasının pencere camının önündeki tül perdeler dalgalandı. Eve pencerenin aralığından bir kedi yavrusu  süzüldü. Gözleri çakmak gibi parlayan bu kedicik etrafına bir bakındı ve tereddüt etmeden beşiğe doğru yürüdü. Sonra da beşiğin içine girerek, Mehmet Akif bebeğin başını koyduğu kaneviçe oyalı yastığa başını koyarak bebeğin yanına yattı. Bebekle kedicik aralarında  beş on santimlik bir mesafede birlikte beşikte yatıyorlardı. 

Bu arada uykuya yenik düşen anne, gelişmelerden bi haber kıvrılmış uyuyordu. Bir anlık bir titreme gibi bir his oldu uykulu halinde. Bir rüya görüyordu sanki anne. Kendini çocukluğunun geçtiği evde buldu kendini. Kapıyı  eskiden tanıdığı anne kedi açtı bebeğin annesine. Onu içeriye davet etti.  Bir taraftan da acı acı miyavlayarak balkondaki yavru kediciklerinin yanına kadar götürdü anneyi. Rüya bu ya anne kedi dile gelmişti adeta; "İşte benim yavrularım dedi. Kedicikler birbirine sokulmuş uyuyorlardı. "Bir bebeğim, yavrum  kayıp onu bulamıyorum." der gibi acı acı bağırarak feryat ederek "Perişanım bak" dedi anne kedi bebeğin annesine. Mehmet Akif'in annesi rüyasında çok üzüldüğü belliydi. Sanki kendi bebeği kaybolmuş gibi, tarifi mümkün olmayan bir hisse kapıldı. Gerçekle rüya sanki perde perde, iç içe girmiş bir görüntü oluşturuyordu belleğinde.

Mehmet Akif bebeğin annesi, rüyasında yavru kedilerin annesi gibi gerçek bir duygu yaşarcasına, çaresizlik içinde kıvranırken, birden beklenmedik bir şekilde cep telefonun akşamdan kurulan alarmı çalmaya başladı. Anne birden irkildi ve uyandı. Kâbus gibi yaşadıkları rüyaydı. Ter içinde kalmıştı. Telefonun alarm düğmesini kapatır kapatmaz hemen beşikteki bebeğine baktı. Mışıl mışıl uyuyordu bebeği. İçi rahatladı, sevindi.  Bir de ne görsün? Bebeğinin yanında bir küçük kedicik uyuyordu. İki yavru birbirine söz vermiş gibi zarar vermeden kardeş kardeş aynı beşiği paylaşıyorlardı.
Anne birden irkildi. Bir an ne yapacağını bilmeden  durdu. Yüzünde garip bir tebessüm belirdi. Sonra arkasından korkar gibi oldu. Kedicik bebeğe zarar verebilirdi diye annelik duygusuyla tedirgin oldu. Telefon kamerasıyla bir poz almayı aklından geçirir geçirmez vazgeçti bu düşüncesinden.

Onları uyandırarak rahatsız etmek istemedi. Aklınca bebeğini emniyete almak için bebeğini kucağına alarak bir gölge gibi sessizce diğer odaya süzüldü. Kediciği uyandırmak istemiyordu. Bebeğini koltuğa yatırdı. Bebek hala mışıl mışıl uyuyordu. Hem de uykusunda tebessüm ederek, olan bitenden haberim varmış dercesine keyifle uyuyordu. Anne tekrar bebek odasına gidip bebeğinin beşiğini paylaşan kediciği karşıdan seyretmek istedi. Bebek odasının kapısına geldiğinde, beşikte kedicik yerinde yeller esiyordu. Nasıl oldu da kedicik kayıplara karışmıştı. Pencerenin olduğu tarafa baktığında tül perdeler hafiften sallanıyordu. Demek ki kedicik, bebeğin gitmesiyle o da beşiği terk etmişti. Anne pencereye koştu, perdeyi araladı ve pencerenin akşamdan aralık kaldığını da görmüş oldu.

Kafasını camdan dışarı çıkartarak bahçeye göz attı. İleriden, köşeden bir kedi miyavlaması geliyordu. Ne gariptir ki yanında rüyasında gördüğü eski evlerinin balkonunda yavrularına bakan ve kaybolan yavrusunu arayan anne kedinin yavrusunu yalarken gördü. Anne kedi ve yavru kedicik birbirine kavuşmuşlardı. Bu ilginç yaşanmışlık, rüya ve gerçekleriyle birlikte Mehmet Akif bebeğin dedesine malum oldu. Oturdu ve torunu için hissettiklerini öyküleştirdi. Mehmet Akif bebek, annesinin biricik bebeği, babasının biricik oğlu, dedesinin de biricik torunuydu. 

3 Aralık 2010 Cuma Saat 11: 35

Profösör

28 Kasım 2010 Pazar

"Çaaaayyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyy !.."

İzmir Basmane garının karşısında, cadde üzerinde bir cami var. Caminin arkasında koca bir çınar ve dibinde de büyük tavanlı kıraathane var. Duvarlarında camlı dolaplar, içlerinde camlı, marpuçlu nargileler var. Belki de yüzlerce. İçeride yüzlerce insanın sigara dumanıyla kıraathanede oturanların uğultulu ve gürültülü sesi.. Kısa boylu, kel kafalı, hafif sıska bir garson, bir elinde içi yüzlerce çay bardağını alan bir tepsi, bir elinde de yaldızlı nargileyle sanki bale yapar gibi masaların arasında dolaşıyordu. Birden kıraathanenin gürültüsünü astıran tiz bir ses duyuldu;

"Çaaaayyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyy !..."

Bu ses öyle bir ses ki; kıraathanenin gürültüsünü bastırması bir yana, koca şehrin gürültüsünü de aşarak, bütün Kadifekale çınlıyordu sanki.. Kadifekale'de oturan yaralı bir kadın her şeye rağmen bu sesin kime ait olduğunu biliyordu. Çünkü yaralı kadın can kulağıyla bu sesin gelmesini bekliyordu sanki.
 
"Çaaaayyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyy !..."

sesi tekrar duyuldu Kadifekale'den. Bu sesi sadece Kadifekale'den yaralı kadın duyabiliyordu. Beklediği sesti bu. Bu ses gerçekten yürekten geliyordu, yürekten işitiliyordu. Sanki sıska adam kendisine " Çiçeğiiiiiiimmmmmmm " der gibi sesleniyordu. Gerçekten yüreğine bir nevi merhem olan bu sesle mutlu oluyordu. çünkü yüreği yaralı kadının adı da "Çiçek" idi.

Yazan - Çizen : Profösör

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...