İzleyiciler

30 Eylül 2011 Cuma

Herkes sempatik olmalı.. Kimse antipatik olmamalı...

Bir zamanlar sosyal sorumluluk projeleri için medya iletişim desteği vermemiz isteniyordu. Genellikle derneklerde, bilen ve bilmeyen her gönüllü projelere katkı sağlayarak varlıklarını gösterirlerdi. Nedense önceden bir gündem belirleme olmadığı için toplantılar saatler sürebiliyordu.  Bu şekilde da sağlıklı bir sonuç almak zorlaşıyordu. Bunun çaresi alanında uzman olan kişilerin bir araya gelerek çalışmalarını eşgüdümlü yapmaları gerekiyordu. Sonra da, gönüllülerin katılımıyla bu projelerde yapabilecekleri işler için görev tanımlarının yapılarak iyi sonuçlar elde edilmeliydi.

Yine böyle bir toplantı içinde masa etrafında toplanmış, sağır ve dilsiz çocukların eğitiminde bilgisayarın yeri konuşulurken bir taraftan engelli çocuklara ücretsiz bilgisayar temini için çalışma yürütüyorduk. Karşımda oturan ve gruptan bir gönüllü, benim de konuşmam bittikten sonra bana  "Beyefendi çok sempatiksiniz" deyiverdi. Oysa biz konuya tam odaklanmışken böyle bir iltifatla karşılaşmam sonucu ne diyeceğimi bilemedim. Eskiden birazcık mizahla ilgilendiğimiz için, anında bir cevap vermek durumum hâsıl oldu. Bu cümleye karşılık "Efendim benim bebekliğimde ayacıklarım pek üşürmüş. O zaman anneciğim bana ayacıklarım üşümesin diye patikler örermiş. Patikleri giyer giymez ayacıklarım üşümez ve bebeklik şirinliği içinde tebessüm edermişim. Doğal olarak bebekliğimde anneciğim patik örüp bana giydirdiği için sempatik olabilirim." diyerek karşımdaki kişinin bana yaptığı iltifatı görmemezlikten gelemedim. Bu hazır cevap karşısında muhatabımın yüzündeki ifadeyi anlatabilmem mümkün değildir.

Herkes gülsün.. Herkes güldürsün. Kimsenin suratı asılmasın. Herkes sempatik olsun.. Kimse antipatik olmasın.

Profösör

27 Eylül 2011 Salı

Hergün yeniden doğuyoruz.. Herşey yeniden şekilleniyor...

Her gün güneş doğudan doğuyor.. Her şey güncelleniyor. Yeniden hayat başlıyor. Hayatımızda her adım atışımızla herşey değişebiliyor. Duygu ve düşüncelerimiz, geçmişe göre değil, geleceğe göre şekilleniyor. Geçmiş kazanımlarımız ve birikimlerimiz, günümüzü idame ettirmede işe yarıyor. Gelecekle ilgili pozisyonumuz ise, bugünkü yerimizi sağlamlaştırmaktan geçiyor. Öyle ise biz de tıpkı dağa tırmanan profesyonel dağcı sporcular gibi önce bastığımız yeri sağlamlaştırarak sonra da  ikinci adımlarımızı atmalıyız.. Sonra da attığımız adımları tekrar sağlamlaştırmalıyız.

Hergün herşey yeniden yenilenebiliyor. Gelişip kol atabiliyor. Herşeyle yeniden şekillenebiliyoruz. Dünkü  varlığımızla bugünkü varlığımız bütün değerleriyle değişip gelişebiliyor, yada tam aksine bir değer içinde olabiliyoruz.. Duygular, düşünceler, davranışlar da değişebiliyor. İyiler, iyi yönde gelişip şekil bulurken, kötüler de kötü yönde şekillenebiliyor. Bir bakıyoruz, iyi giden bir şey, sona varmadan bir durak önce duraklayabiliyor, hatta daha da gerileyebiliyor. Kötü giden bir şey de, son anda düzelip iyi bir şekle dönüşebiliyor. Hiçbir şey yerinde durmuyor. Böyle bir hareketli süreçte biz insanların birinci meselesi iyi bir insan olabilmektir. İyi bir insan olabilmek Allah'ın sevgili kulu olabilmektir. Eğer Allah'ın sevgili kulu isek, itikat, ibadet ve ahlak ekseninde bir ömür sürüyoruz ve böyle bir hayatı talep ediyoruz demektir. Yine bu eksende bilgi, görgü ve kazanımlarımızı bilinç düzeyine getiriyoruz demektir. Bu kazanımlarımız, hem kendimiz, hem de bütün insanlık hizmeti için hayati bir önem kazanıyor. Eğer biz kazanımlarımızı insanlık idealine sunmayı şiar ediyorsak bir mefkûremiz oluşmuş demektir.

Artık ben herşeyi biliyorum.. Kazanıyorum. Paylaşıyorum. İbadetimi aksatmıyorum demekle iş bitmiyor. Mutlu insan yaşadığı zaman ve mekân içinde kutup yıldızı gibi parlayan, herkese örnek ve önder olan insandır. "Her günü eşit olan zarardadır" diye buyuran Peygamberimiz; herşeyin sürekli bir hareket içinde olduğunu ve bu hareketle herşeyin kemalat derecesinde olgunlaştığını, zenginleştiğini bize ima ederek insanoğlunun gün be gün, her değerin birbirine tetikleyerek bir çığ gibi büyüyeceğini göstermektedir. Bulunduğumuz yer ve konum bizim kaderimizdir diyemeyiz. Bunu derken, kaderi göz ardı etmek değildir. Bizzat şuurlu olmak için bizim kendimizi sürekli geliştirmemiz ve bunu bir paylaşım ideali haline getirebilmemizdir. Bize bahşedilen bütün nimetler bir lütuf olarak kabul etmemizdir. Allah' a kul olma bilinci, rutin yapılan ibadetlerle izah edilemez. Yaptığımız rutin ibadetler, bizi inandığımız ve umud ettiğimiz doğruluğa, iyiliğe, güzelliğe çekebilecek kabiliyetlerimizin gelişmesine yarayacaktır. Herkesin bir mefkûresi olmalı derken,  bu mefkûrenin insanlık ideali için olmazsa olmaz insanlık değerleridir. Beklentimiz; insanlığın "İlayi Kelimetullah" şemsiyesi altında toplanarak, "Adli İlahi"nin tecellisini bu dünyada tattıracak tebliğci özelliklere sahip önderlerin yetişmesidir.

Herşeyin hakkaniyet ölçülerine sahip olmasını, Hakkı tutup yerden kaldırmak ve Onu yüceltmek istiyorsak, güçlünün değil, haklının güçlü olmasını istiyorsak, yetişmemiz ve olgunlaşmamızda her tür unsurun devreye sokulmasıyla olacaktır.

Profösör

23 Eylül 2011 Cuma

Bir çocukluk hatırası.. Bir paylaşım.. Biraz da tebessüm…

Yıl bindokuzyüzaltmış.. Bir anımı paylaşmak için tam da yarım asır olmuş.. Elli sene öncesinin bir çocukluk anımı hatırlıyorum. Ne günlerden ne günlere geldiğimizi sanki bir siyah beyaz türk filmi kadar içten, yapmacıksız geçen ömrümün siyah beyaz karelerinden bazılarını zaman zaman öne çıkartıp, o günleri tekrar yaşıyorum.  Çocukluk anılarımı paylaşırken çocukluğumda yaşadığım her türlü duygu ve düşüncelerimi her fırsatta çocuklarımla dile getiriyorum.. Çocukluk demek yokluk demek gibidir benim için. Köyün fakiri olmamız nedeniyle bu iki kavramı bir arada yaşadığımı söyleyebilirim.  Buna mukabil, çocukluğum, belki de herkesten çok sevgi, şefkat ve merhamet içinde geçtiğini bu duyguları iliklerime kadar hissettiğimi söyleyebilirim.

Durup dururken bu çocukluk anımın nereden aklıma geldiğini de söylemek isterim. Tabiki bu; çocukluğumda dondurmayla tanışma hikâyemden kaynaklanıyordu. Şimdi de yaz akşamları yemekten sonra dondurma yemek bir âdet haline geldi. Şehirde yaşamaya başladığımızdan beri dondurma yiyebilmek için, bir pastahaneye gidilir, orada hem dondurma, hem soğuk bir meşrubatla tatlılar yenirdi.  Günümüzde dondurmacılık bir sanayi haline geldiği için bir sürü şirketin çeşit çeşit, janjanlı, albenili ambalajlar içinde korunan ve alıcısının iştahına sunulan dondurmalar bulup, almak artık kolaylaştı. Her marketin ve her bakkalın önünde bir dondurma dolabının varlığını görebiliyoruz. Sade dondurmadan, meyveli dondurmaya, karamellisinden çikolatalısına, çubuklusundan kornetine kadar her türlüsü var artık. Yeter ki sizin içiniz yansın, yeterki paranız olsun.. Bu durumu, parası olanın düdüğü çalması, parası olmayanın sümüğünü yalaması gibi düşünerek mizahi bir edayla biraz da tebessüm edebiliriz.

Yine bir gün yemekten sonra bilgisayar başında çalışırken, akşam yemekleri yenmiş, sıra dondurma yemeğe gelmişti. Ben hariç bu dondurma yemek işini çocuklar adeta abartıyorlardı. Her akşam marketten alınan kiloluk dondurma kutusu açılır, herkese birer kap içinde bu kutudan pay edilirdi. Bana gelince, benim payım diyabetik yasalarına göre yapılmalıydı. Evimizde sütlaçlar, muhallebiler, pudingler, baklavalar, revaniler yapılsa da, ancak ben onlardan bir tadımlık tadarak nefsimi köreltebiliyordum. Oysa dondurma öyle değildi. İnsan dondurmayı yaladıkça yalayası geliyordu. Aynen çocukluğumuzdaki gibi bir duyguyu bize yaşatabiliyordu. Dondurma yalama bir nevi çocuk oyunu haline gelebiliyordu. Çocuklarım "Baba sana da biraz koyalım göz olacak" deseler de "Ben istemem" deyip kestirip atıyordum. Arkasından "Düdüğüm yok ki çalayım.. Dondurmam yok ki yalayayım" deyip bir anlamda da kendimi acındırıyordum. Onlar da dayanamayıp, birer birer dondurmalarından bana yalatıyordu. Böylesi bana daha tatlı ve daha anlamlı geliyordu.

Yıllar önce bir yaz günüydü.. Kara kışın çetin geçmesine karşın yaz mevsiminin büyülü tarafı vardı.  Cıvıl cıvıl bir cuma günüydü. Cuma günleri köy meydanı hep kalabalık olurdu. Satıcılar cuma günleri gelir ürünlerini teşhir ederlerdi. Bu suretle alış verişler yapılırdı. Köy meydanını çınar ağaçları süslüyor ve meydanın ortasında akan antik çağdan kalan bir su kanalı vardı. Akan bu suda ördekler yüzer, hayvanlar sulanırdı. Çocuklar da çınar ağaçlarındaki kuş yuvalarındaki kuş yavrularının cıvıltısı altında hep birlikte oyun oynuyorlardı. Çocukların sabırsızlıkla beklediği tek bir satıcı vardı o da dondurmacıydı. Dondurmacı şehirden gelirdi. Tam öğlen vakti gelirdi dondurmacı amca.. Tam güneşin zeval vakti dediğimiz, güneş tam tepede iken, paraları hazırlayın der gibi,  beklenen düdük sesi peş peşe geliyordu. Bu düdük sesi büyülü bir ses olup, herkesi adeta büyülüyordu. Hele çocukları, fareli köyün kavalcısı gibi peşinden sürükleyebiliyordu. "Düüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüttt.. Düüüüüüüüüüüü... Düüüttt..." Sanki İsrafil Aleyhisselam'ın Sur'u üfleniyordu.. Bu düdüğün arkasından "Donduuurmam gaaaymaaaakkk.. Sahibi oynaaakk" gibi bir de çocuklar tarafından anlam verilmeyen dondurmacının kendisine has bir satıcı sedası duyulurdu. Köyün büyükleri dondurmacının bu tavrına bıyık altından tebessüm ederlerken,  bu arada bütün çocuklar kıpraşıp, sağa sola koşuşturmaya başlıyorlardı. Parası olan çocuklar dondurmacının başına üşüşüyor, cebinde harçlığı olmayan ya babasına sarılıyor, ya dedesine koşuyor, o da olmazsa evlerinin avlusundaki tavukların yumurtladığı follukta buluyordu kendisini. Orada umduğunu bulamazsa, yada tavuklar folluğa yumurta bırakmamışsa çare yine de tükenmemiştir onlar için. Bu sefer annelerinin, ninelerinin karşısına çıkarlar, eteklerinden çekerek, ağlayıp, zırlayarak, ya da yerlere yatıp, toprakta debelenerek nihayetinde bir dondurma parası kopartırlardı. Bu harçlıkla çocuklar sevinerek soluğu dondurmacının yanında alırlardı. Benim bu anlamda böyle bir şansım hiç  yoktu.. Bu yüzden dondurma nedir, ne değildir henüz müşerref olamamıştım.

Bütün çocuklar dondurmalarını almış, okul bahçesinde bulunan iki büyük çam ağacının gölgesi altında oturarak dondurmalarını yalıyorlardı. Ne yazık ki aralarında sevdikleri bir arkadaşı yoktu.  İçlerinden birisi bağırarak "İğneci Cafer'in oğlu yok.. Nerede bu arkadaşımız" deyince çocuklar birbirine bakıştılar. Bir yandan dondurmaları sıcaktan eriyor ve akıyordu.. Bir de baktılar ki arkadaşları okul merdiveninde tek başına ve kendi halinde oturuyor, utangaç ve üzgün tavrıyla elindeki çubukla oynuyordu. Çocuklardan birisi elindeki dondurmayla yanına yaklaştı "Amma da baktı.. Sümüğü de aktı.." diyerek bir nevi şaklabanlık yapıp onu  güldürmek istiyordu. Dondurma yemenin keyfi belki de çocuk aklıyla böyle çıkıyordu. Merdivende oturan bu üzüntülü çocuğun yüzünde bir gülümseme belirir gibi oldu. Belki de içinden içinden yutkunuyordu dondurmanın karşısında. Arkasından dondurmalı çocuk "Şundan sen de yalamalısın. Sümüğünü içine çek, yoksa onu yalarsın" dedi. Oturan çocuğun gülümseme çizgileri şimdi daha belirgin halini almıştı. Çocuk dondurmasından kendisine yalatıp tattırmış olacaktı. Bütün çocuklar hep bir ağızdan "Herkes dondurmasını yalasın.. Akıp da yabana gitmesin" komutuyla birer kez daha dondurmalarını yaladılar. Sonra hemen gelip,  merdivende oturan dondurmasız üzüntülü arkadaşına dondurmalarını yalattılar. Çocuk herkesin dondurmasından tadınca çok mutlu oldu. Bu bir paylaşımdı. Arkadaşları onu o vaziyette bırakmadılar.  Hatta çocuk kendisini daha ayrıcalıklı ve daha özel hissetti. Üzüntü ve utangaçlığının yerine paylaşmanın verdiği bir yüz ifadesiyle hep birlikte, mutluluk içinde oyunlarına devam ettiler.

Bu anımı yarım asır sonra olsa bile sanki çocukluğumu yaşıyor gibi, şimdi de dondurma yalayarak paylaşıyorum. Çocuklar gibi mutluyum. Bu anımı bütün dondurmalı anı ve öykülerin içinde kendisini bulanlara ithaf ediyorum.

Yazan - Çizen : Profösör

21 Eylül 2011 Çarşamba

Değerler içinde değerler..

Hayat bir plan ve pir program çerçevesinde devam eder gider. Sanki birbirini çeviren dev çarklardan oluşan dönme dolaplar gibidir.  Dev çarkların dişlileri arasındaki küçücük kasnaklar da dönen bu hayatın içinde birer ahengin unsurudur. Her büyük güç, küçük kuvvetler bileşkesine sahiptir. Her büyük güç aslında bir küçük güce gereksinim duyar. Her küçük güç de gücünü büyük bir güçten alır. Bu alış veriş hayatın bütün değerleri içinde bir ikilem gibi görünse de hayatın bir sırrı da budur diyebiliriz.

Büyük büyüklüğünü küçükten, küçük de küçüklüğünü büyükten almaktadır. Zenginliğin kıymeti fakirlikten, sağlığın kıymeti hastalıktan, dostluğun kıymeti düşmanlıktan anlaşılabilir. Aslında herşey zıddıyla kaimdir.  Biz elimizdeki değerleri anlayabilmemiz için, mutlaka bu değerleri elimizden düşürüp kaybetmemizi beklememeliyiz. Bütün bunların adalet ve hakkaniyet çerçevesinde baktığımızda, kemiyet ve keyfiyet kavramlarını aklımıza getirebiliriz. Nasıllık ve nicelik gibi iki kavram aslında birbirini destekleyen değerlerdir. Her iki değer birbirini tamamlarsa eğer, ancak gerçek değerini bulur.  Ama temelde nicelikten daha çok nasıllık önemlidir.  Nasıllık bir cevheri taştan ayıran hayati bir niteliktir. Bu açıdan bakarsak o zaman, bizim için değerler sayısal mantıkla ölçülmemelidir.

Mütekâmil bir olguyu ancak yüz rakamıyla ifade etmek gerekirse, doksandokuz rakamı hiç bir işe yaramaya bilir. Oysa bizim gereksinimiz yüz rakamıdır. Yüz rakamına sahip olabilirsek ancak kurtuluyor ve mutlu oluyoruz demektir. İşte o zaman bir rakamına şiddetle ihtiyacımız vardır. Belki o bir rakamı, harcadığımız binlerce liradan bir liranın değerine değer katacaktır. Belki de yüz rakamının varlığını o oluşturacaktır.  Hayat da öyledir. Binbir çıkmaz yolun içinde bir çıkar yol mutlaka vardır. Belki bu bir imtihandır. Bu imtihan bizi pişiren olgunlaşmamızı sağlayan bir lütuftur. Bu çıkar yolun taşlı ve dikenli yönleri olabilir, Mihnetli ve sıkıntılı yanları olabilir.  Bu yolun bize verdiği umut huzurlu, mutlu olma sonucuna götürmesidir. Dostlarımdan tek isteğim;  İnanmak, sevmek, sevilmek, umutlanmak, bir hedef belirlemek, çalışmak, öğrenmek, öğretmek, bir disiplin içinde yaşamak, yapacaklarını plan ve programa sokarak asla ihmal etmemek. Bilgileri, duyguları, düşünceleri hergün ve her an güncelleyebilmektir. O zaman binbir çıkmaz sokaktan kurtulup  binbir ufkun açıldığı  bir dünyaya "merhaba" diyebileceğiz..

Profösör

18 Eylül 2011 Pazar

Blogdaşım..Dostum..Gönüldaşım..Talebem..Asahhara Akşam Haber Net' te

Asahhara'nın blog dünyasına ilk adım attığında yazılarını takip etmeye başladım. İçinden geldiği gibi, içten ve sıcak bir yazı üslubunun olduğunu keşfettim. İtikat, ibadet ve ahlak ekseninde duygu ve düşüncelerini, yaşadığı hayattan kesitler vererek sayfasında bizlerle paylaşıyordu. Blog yazarlığı bir nevi günlük tutar gibi duygu ve düşüncelerini bloggerlerin paylaştığı hayati değerler taşıyan yazılar olduğu için, herkes kendince birbiriyle dayanışma içinde bulunuyordu.

Asahhara'nın yazılarını hiç sektirmeden takip ediyor, fikir ve duygularını paylaşırken aynı zamanda da sayfasına yorum bırakmayı ihmal etmiyordum. Nihayet bu yazıların bir kademe daha güzel bir formatta yayınlanabilmesi için karşılıklı olarak bir çalışmanın içinde kendimizi buluverdik. Yazı, çizgi, fotoğraf, video, grafik, sayfa görselliği de dahil olmak üzere, blog yapma ve tekniklerini de O'nunla paylaşır olduk.

Asahhara ile olan birlikteliğimizin üçüncü aşamasında hayata dair görüşlerimizi birbirimizle paylaşıyor, tartışıyor, olgunlaştırıyoruz. Bu düşüncelerin, estetik kalıplarda, her türlü mecrada yayınlanabilmesi, ve okuyucularımızın istifadesine sunulabilmesi için O'nunla birlikte bir disiplin oluşturduk. Bu çalışmaları yaparken doğal olarak önce blogdaş iken O'nunla dost ve gönüldaş olduk. Ben O'nun hocası O da benim talebem oldu. Bloglarımız, Facebookumuz, Twitterimiz derken, Asahhara   " Akşam Haber Net "te köşe yazarı oldu. Blog okuyucularını oradaki köşesinde "Sahra Kılıçaslan" olarak ağırlamaktadır. Bundan bütün blogdaşlarım adına onur, gurur ve mutluluk duyduğumu paylaşmak istedim.

Profösör

15 Eylül 2011 Perşembe

Çocuklarımız sevgi ve ilgiyle büyüyor..


Mehmet Akif günden güne büyüyor. Günden güne etrafını tanıyor. Her obje onun dikkatini çekiyor. Şuan onikinci ayına girdi. Sağlıklı ve mutlu bir çocuk Mehmet Akif..  Zaman zaman babası ona yakın ve uzak mesafelerde hedefler belirliyor. Babasıyla aralarında şimdiden güzel bir bağ var.. Nedense şişeleri seviyor. Onlarla oynamasını da seviyor. Çocuklar  şişelerle başbaşa yalnız bırakılmamalı.. Çünkü cam tehlikeli bir madde.. Çocuklar eline geçirdikleri herşeyi ve şişeleri de duvara vurabilir. Eline ne geçse onu irdeliyor. Dokunuyor, oynuyor, ağzına sokuyor, olmadı bir cisimle vurup ses çıkartıyor...

Mehmet Akif şimdiden her türlü tadı keşfediyor. Meyveler, sebzeler, çerezler, hatta meşrubatlar. Gazlı içeceklerden bile çok keyif alıyor. En son limonlu sodayla tanıştı. Sodaya karşı büyük ilgisi var. İçtikçe suratının halini görmek bile insanı mutlu etmeye değer doğrusu.. Mehmet Akif şişeler arasındaki renk farkını da biliyor. İki şişeyi yanyana koyduğumuzda yeşil camlı şişeye doğru yöneliyor.

Mehmet Akif en son gösterdiği performans ise, boş bir soda şişesinin bulunduğu yerden almak için gösterdiği gayretidir. Babasının teşviki ile, Mehmet Akif en zorlu maratondan bile başarıyla çıkabiliyor. Evet zaman akıyor.. Çocuklarımız da sevgi ve ilgiyle büyüyor.

Yazan ve Video çekimi: Profösör

11 Eylül 2011 Pazar

Mefkuremizin Alamet-i Farikası


Hayatımda hiç deniz görmemiş olarak ilk kez büyük bir yolculuğa çıkıyordum. Yeni bir umutla hayallerimin süslediği yeni bir hayat beni bekliyordu. Çocukluğum köy hayatının sınırladığı bir kültür içinde geçtiğini düşündüm. Gece gündüz tarlada çalışan, nafakasını toprakla boğuşarak geçiren, rençberlik yapan köylü bir ailenin çocuğu idim. Rahmetli dedem bir göçmen olarak gelip köyümüzde yaşamaya karar verdikten sonra, bütün ailesi, görgüsüyle, kültürüyle, ilim ve irfanıyla köylülerin gönüllerinde taht kurmuştu. Onlar birer gönül erleri gibi sosyal hayatı da yaşar oldular. Dedemin sandığı okuduğu kitaplarıyla doluydu. İçlerinden birini çıkartıp,  bana zaman zaman öyküler okurdu. Ben de onun okuduklarını can kulağıyla dinler idim. Bir kitabın cami ve medrese resimlerini içeren bölümünden camileri bana bütün detaylarına kadar anlatırdı. O zaman henüz ilkokula bile gitmez iken, bu öyküler sayesinde resimler hafızamda beni heyecanlandıracak birer imge haline geliyordu. Bir insanın mefkûresi  "İlayı kelimetullah" olmalıydı. Bunun ne anlama geldiğini o küçücük yaşta anlamasam bile, sık sık dedem tarafından söylendiği için, bir sır gibi muhafaza ediyordum.

Dedem camilerin minarelerini ve kubbelerini süsleyen "alemi" göstererek, beni büyümüş bir insan yerine koyuyor  "işte bu mefkuremizin alameti farikasıdır" diyordu. Öyle sanıyorum ki dedemin vefatıyla hepten bir yoksulluk içinde kaldığımızdan ancak günlük nafakamızı düşünür oluyorduk.  Bendeki okuma sevdası, adam olma fikri, ilkokulu bitir bitirmez içimi kavurur bir duruma düşürüyordu. Kendi içimde bir okuma seferberliği yapar gibi ordular besliyordum. Vakti saati gelince de cehaletle savaşarak, ilim, irfan yolunda hayatımı şekillendirmem gerektiğini düşünüyordum

Köyün sadece sabahları şehre kalkan otobüsü "Haydi.. Savsaklanmayın.. Kalkıyoruz" uyarısı anlamına gelen kornası sık sık çalmaya başladığında benim için yolculuk başlamıştı. Ailemden ayrı kalacağıma ve gurbette hasretlik çekeceğime dair hiçbir burukluk yaşamadan, anne ve babama sarıldıktan sonra, kardeşlerimin yanaklarından öperken "Önden ben gidiyorum, arkamdan siz geleceksiniz" diyen gözlerle onlara son kez bakarken hüzünlenmiştim. Sonra da hemen annemin ve babamın elini öperek tahsil hayatım için onlarla vedalaşmıştım. Yolculuk boyunca okumak, iyi bir insan olmak, ilmimle amil olmak, bunun yanında yüce bir mefkûremin olması beni şimdiden gururlandırıyordu. Nihayet İstanbul'a geldiğimizde otobüsümüzün bir arabalı vapura girdiğini gördüm. Herşey bambaşkaydı. Vapur düdükleri, martıların uçuşları, sabahın serinliğinde karşımızda bir İstanbul panoraması duruyordu.  Camiler, minareler, kubbeler, kuleler, medreseler, saraylar iç içe girmiş tarihi ve dini sembollerle İstanbul adeta büyüleniyor, buna karşılık da İstanbul beni, ben yapıyordu sanki.

Çocukluğumuzda masum ve temiz dimağlarda muhafaza edilen sözler, imgeler, duygular düşünceler bir film şeridi gibi gözler önündeydi. Vapur iskeleye yanaştığında, altın yaldızlarıyla pırıldayan bir kubbelerin üstündeki âlemler sanki, çocukluğumda dedemin kitabında gördüğüm âlemlerin aynısıydı. O andaki heyecanımdan kalbim küt küt atıyordu. Bu durumumu bugün bile tarif edebilmem mümkün değildir. Demek ki bu, bir mefkûrenin alâmetifarikasıydı. "İlayı kelimetullah"  bu âlemlerle anlam kazanıyor. Gök kubbeyi aşan, oradan da arşı alaya kadar yükselen bu âlemler, ihtişamlı görünümleriyle yüreğimde paha biçilmeyen birer değer olarak kalıyor.

Yazan: Profösör
Fotoğraf: Hurşit Akyıl

9 Eylül 2011 Cuma

Bir çizgi film.. Bir kısa macera...



Çizgi filmleri severim... Zaman zaman da izlerim. Hem mesleğim itibariyle hem de çocukluk ruhunu da taşımam dolayısıyla çizgi filmler benim birinci derece ilgi alanımı oluşturur. Klasik çizgi filmlerin yanı sıra iki boyutlu ve üç boyutlu çizgi filimler gösterimde daha etkili olsa da her teknik çizimin kendine has estetik bir boyutu olduğunu kabul etmeliyiz. Sayfamızda zaman zaman bu tür filmlerden kısa öyküleri içeren dökümanlar paylaşacağım. Bugünkü paylaştığımız çizgi film bir fantastik macerayı betimlemektedir. Böyle bir sinematografik öyküyü izledikten sonra bu filmin bizim duygu ve düşünce dünyamıza katkıları neler olmuş olabilir. Bununla ilgili görüşlerinizi, sayfamıza yorum olarak bırakırsanız bundan çok memnun olacağız. Filmdeki hayvani yaratığın bu araba sürücüsüne olan kini ve hıncı ne olmuş olabilir? Filmin sonu böyle mi bitmeliydi? Ya da böyle bir öykünün başka, diğer bir alternatif senaryoyla filmi yapılabilir miydi?

Profösör

8 Eylül 2011 Perşembe

İstanbul'un içinde bir İstanbul yaşar. O da senin varlığındır..

İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul'u özlüyorum.  Sabah namazından sonra güneşin doğuşuna kadar İstanbul semaları renkten renge bürünüyor. Hele sabah namazını Eyüp Camiinde kıldıysanız, oradan Eminönü ve Sarayburnu’na kadar uzanma imkânınız varsa mutlaka bu büyülü atmosferi fotoğraf çekimleriyle sabitlemelisiniz. Fotoğraf çekimi bulunduğu anı sabitleyen ve zamanı durduran bir aktivitedir.
Rengârenk renkler, tanyeriyle birlikte renkten renge gökyüzünde bir armoni oluştururken, sabahın serinliğiyle esen meltemin yüzünüzü okşadığını hissedersiniz. Boğazdan gelen rüzgârın yumuşaklığı, gecenin son deminde duygu, düşünce ve zihinsel hareketlerle yeni, temiz ve beyaz bir sayfanın açıldığını bilirsiniz. Yeni bir gün başlayacak, yeniden bir gün güneşi coşkuyla karşılayıp, ta güneşin batışına kadar gurub vaktinde kızıllıklar içinde hüzünleneceksiniz.

Yağlı boya tablolarına bile sığamayacak kadar güzel olan bu manzara, nice fırçalara karşı Yüce Kudret’in estetik güzelliğini gözler önüne sererken, varlığınızla bu güzel ortamla büyülendiğinizi hissedebilirsiniz. 

İstanbul'un yazı da güzel, kışı da güzel.. İstanbul'un baharı da güzel, güzü de güzel.. İstanbul'un gecesi de güzel, gündüzü de güzel.. Bu böyle olunca İstanbul'da yaşasak da İstanbul’u özleyebilirsiniz.  İstanbul'un içinde bir İstanbul yaşar. O da senin varlığındır..

Profösör

5 Eylül 2011 Pazartesi

Gençlik demek umut demektir..

Dünyanın her yerinde okuyan gençlerimiz, tahsil için gittiği ülkenin değerlerini de keşfederek geriye dönüyorlar. Kimisi bulundukları ülkede kalarak vatandaşlığını orada devam ettirerek hayatını kazanıyorlar. İş güç sahibi oluyor, evlilik yapıp çoluk çocuk sahibi oluyorlar. Kimisi de çifte vatandaşlık alarak bir ayağı Türkiye'de, bir ayağı yaşadığı yabancı ülkede oluyorlar. Her iki ülkenin değerlerini birbirine tanıtarak da barış ve kardeşliğe katkıda bulunuyorlar. Bu gençler bir nevi gönüllü barış elçileri sayılabilirler. Bunlardan biri de benim Ankara'da yaşayan bir arkadaşımın oğlu Huzeyfe’dir. Kendisi Çin'e Reklamcılık eğitimi almaya gittiğinde dört beş yılını orda, aynı zamanda çevresini tanımakla geçirdi. Üniversite ve iş çevresinden arkadaşlar edindi. Şimdi de Türkiye ile Çin arasında bir köprü kurarak her iki ülkenin kültür değerlerini tanıtmak amacıyla bir takım projeler geliştirerek hayata geçirmekte kararlı olduğunu söylüyor. Geçen gün İstanbul Kadıköy'de bir kafede Huzeyfe'nin  Çin'den getirdiği misafirlerle buluştuk. Biri kendisi, diğerleri de dört Çinli arkadaş bir ekip oluşturarak bir aylık gezi notlarını beş aynı kentte çekimler yaparak netleştirdiler. Bu çekimler bir egzersiz çalışma niteliğinde idi. 


Benimle buluşmalarına gelince, beni de aralarında görmek isteklerinin olduğunu söylediler. Belli mi olur bu yaştan sonra Çin’e gidip böcek de yiyebiliriz. Farklı kültürler tanıyıp, farklı kültürleri de Türkiye'de tanıtım için bir çalışmanın içine girebilirdik. Toplantının gündemi olmamasına rağmen, orda yaptığımız bir gündemle yapacaklarımızı belirleyip bir çalışma takvimi çıkarttık. Ekip memleketleri olan Çin'e döndükten sonra da, Huzeyfe tekrar Türkiye’ye geldi. Konuyu birlikte yeniden toparladık. Türkiye ve Çin arasındaki kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasi açıdan bir amacı olacak olan bir konsept belirledik. Bu konsept dairesinde, her tür mecrayı kullanabilirlilik yeterliliğine sahip olabilecek ekiplerin ayarlanması için bir hareket noktası belirledik. Her iki ülkede ayrı ayrı iki ekip oluşacak ve çalışmalar karşılıklı transfer edilerek projeler hayata geçecek.  Bu projenin omurgası her iki ülke için aynı olacak. Bir örnek vermek gerekirse; Türkiye’de yapılacak bir televizyon programının formatı aynı şekilde Çin’de de bir benzeri olacak. Türkiye'de Çin, Çin’de ise Türkiye tanıtılacak..


Karşılıklı kültür alış verişlerinde iki ülke birbirini yakından ve detaylı tanışma fırsatı yakalarken sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal alanlarda da her ülke bu proje sayesinde kazanımları olacaktır. İlk çalışmalar belki eksikliklerle olacak ama bir yerden başlanmış olması ve projenin işlevsel olması bu eksikliği ortadan kaldıracaktır. Bu çalışmalar  sadece para kazanmak amaçlı olmamalı..  Aynı zamanda bu çalışmalar bir gönüllülük esasına dayanmalı.. Böyle bir anlayış projeyi yapanlara ve her iki ülkeye itibar kazandıracaktır. Yeter ki gençler işin içine girsinler. Çünkü gençlik demek;  umut  demektir.

Profösör



2 Eylül 2011 Cuma

Söz ola kese başı.. Söz ola kestire başı..

Eğer ağlarsam taş taş üstünde kalmaz Babil harab olur. Eğer ağlarsam katı yürekleri yumuşatırım.. Eğer ağlarsam hıçkıra hıçkıra ağlatırım...

Hasret ve hüzün birbirine komşu olmuşlar. Birlikte oturup sabaha kadar uyumamışlar..

Kimsenin kalbinin incinmemesi adına korkak bir paranoyak olunmamalı.. Eğer yanlış anlaşılma varsa özür dilenip yanlışlar düzeltilmeli..

Öldükten sonra kıymet bilinen sanatçı gibi insanlardan olmak istemem.. Hayatımda da, sonrasında da gönüllerde yaşamak isterim.

Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi.. Müşkil budur ki ölmeden önce ölür kişi

Yüzyılın en büyük insanlık suçu; açlık .. Hepimiz suçluyuz !.

Tesadüf; bir güç tarafından programlanmamış.. Tevafuk ise bir Yaratanın bahşettiği lütufların tümü denebilir.

Tesadüf gelen aşkta rezil, tevafuk gelen aşkta ise vezir olursun.

Biz iyilik yapalım, isterse karşılığı olmasın. En azından pragmatik sayılmayız. Çıkarcı duruma düşmeyiz..

Bebekliğinde annesi tarafından ayacıkları üşümesin diye patik giydirilmiş olan insanlar genelde sempatik oluyor..

Kendimi şişeden çıkmış cin gibi hissediyorum. Kime "Ne dilersen dile" diye sorsam; "Özür dilerim" cevabını alıyorum. Ne tuhaf !..

Yarımken ay, sabırla dolunay olmasını bekler..

İnsan rüyasında kendi haline bakmaksızın, Keloğlan kimliğinde ve kişiliğinde padişahın kızına aşık olabiliyor

Bir O herşeye yetebilir. Yüzünün tebessümü gamzenle belirir. Gözlerinin ışıltısı dudaktan kalbe giden bir huzurdur.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...