İzleyiciler

29 Aralık 2011 Perşembe

Fıtri hayat; insanidir, vicdanidir, ahlakidir


İnsan doğal olarak canlı bir varlıktır. Bu canlılığı ancak, diriliği ile hayat bulan bir varlıktır. Doğallıktan ne kadar uzak tutulursa insan, o kadar da kendi fıtratına yabancı düşebiliyor. İnsan ne kadar kendi derinliğinde, fıtri olarak insani, vicdani ve ulvi duyguları besleyebiliyorsa, bir o kadar doğallığını yaşayabiliyor demektir. İnsan hayat şartları içinde, kendine ve etrafına ne kadar değer verebiliyor ve bu değerleri kendisi yaşayıp, etrafına ne kadar yaşatabiliyorsa o kadar da insani görevlerini yerine getiriyor demektir.

Teknolojik gelişmeler insanın maddi ve manevi refahını insan hayatını tehdit edecek ve insanın doğallığını ortadan kaldıracak bir şekilde olmamalıdır. Teknolojik gelişmeler çağdaş uygarlık adı altında modern hayatı dayatan ürünleriyle bir tüketim toplumu haline getiren bir şekilde olmamalıdır. Teknolojik gelişmeler, maddi ve manevi olarak, insanın huzurunu, refahını, mutluluğunu ve onurlu bir hayat sürmesini sağlayan bir nitelikte olmalıdır.

Dünyanın bir kaç ailenin inisiyatifi doğrultusunda yöneltildiğini ve bu inisiyatifle insanlığı, kalbiyle düşünen bir varlık değil de, insanı maddenin esiri haline getiren, insanı ifsad eden ürünlere, fikirlere, duygulara bağımlı hale getiren bir anlayışla nasıl bir toplumsal mühendisliğin yapıldığını da biliyoruz. Böyle bir tuzak içinden insanlığın kurtuluşunun biçareliğini de görüyoruz. Sömürenler ve sömürülenler, zulmedenler ve zulüm görenler, derece derece, yönetenlerle yönetilenler arasında bir yelpazeyi oluşturuyorlar. Herşey insanlığın doğal genleriyle oynanarak insanın fıtri yapısına müdahale anlamına gelen projelerin teknolojik anlamda insanlığın kurban edilmesidir.

Silah sanayiinden, ilaç sanayiine kadar, her alanda yapılan çalışmaların bütünü insiyatifli ailelerin hizmeti içinde olduğunu da bilmeliyiz. Bir akıl hezeyanı içinde dünyanın her yerinde iç savaşlar çıkartılmakta, çatışmalar, karışıklıklar, terör olağan hale gelmiştir. Bunların tümünün arkasında insiyatifli aileler ve onların oluşturdukları silah tüccarları, politikacılar, misyonerler gibi küresel bir güç vardır. Onlara göre; yeter ki çatışmalar olmalı, yeter ki savaşlar olmalı ve kendileri için bol bol silah satılacak ve kendilerine bağımlı hale getirilecek müşteriler oluşturulmalıdır.

Hayatımızı idame ettirdiğimiz yiyeceklerimizin meyve ve sebzelerimizin genleriyle oynanmalı ki, her türlü hastalıklarla insanlık boğuşurken, ilaç tüccarları bin bir tür ilaç üretmeli ve satışa sunmalıdır. Genetikçilerle ilaç firmaları birlikte bir sömürü düzeni kurabilmelidir. Hatta kanseri ortadan kaldıran ilaç bulunsa da stoktaki ilaçlar satılmalı ve depolar boşalmalı ki, kanseri net olarak ortadan kaldıracak ilaç sonradan piyasaya sürülmeli ve İnsanlık kobay haline getirilmelidir.

İnsanoğlu önce bilinçli bir birey olarak, böyle bir tuzağın içine düşmemeli, her tür yapaylıktan uzak durmalıdır. Mütevazı ve doğal hayatı tercih etmelidir. Ayrıca devlet de bu anlamda üzerine düşen görevi yapmalıdır. Hem sigara üreteceksin, hem de sigara paketi üzerine "Sigara öldürür" diye slogan yazacaksın. Devlet sağlıklı toplum için kanun koyucu ise, böyle bir çelişki içinde de olmamalıdır. Böyle bir otoritenin başka alanlarda da itibar kaybına uğrayacağı aşikârdır. Ayan beyan, yanlış olan bir mantık, başka konularda da düşünce zaafı içermesi mutlaktır. Birey olarak bize düşen, inandığımız değerlerin bizim fıtri hayatımız için elzem olmasını bilip, ona göre bir tutum içinde olmalıyız. Fıtri hayat; insanidir, vicdanidir, ahlakidir. Bu duyguları yaşayabiliyor ve yaşatabiliyorsak, o zaman her tür olumsuzluktan kendimizi ve içinde bulunduğumuz toplumu da korumuş oluruz.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Kalp gözü; sonsuzluğu yakalayan idraktir

İnsanoğlu topraktan var ediliyor ve ona hayatiyetini devam ettirebilmesi için ruh veriliyor. Bedenen topraktan yaratılan insan, yine bedenen toprağa dönüyor. Fakat kendisine can veren ve diri tutan ruhunu Allah'a teslim ediyor. İnsanoğlu Allah'ın iradesiyle Allah'tan geliyor ve yine Allah'a dönüyor. Dünyaya gelişimizle, Allah'ın külli iradesinden bizlere verilen cüzi iradeyle, hayati bütün melekelerimize sahip oluyoruz. Görmemiz, işitmemiz, tad almamız, düşünmemiz ve hissetmemiz külli iradeden bize yansıyan cüzi iradeye sahip oluşumuz sayesindedir. Eğer görüyorsak O'nun dilemesiyle görüyoruz. Eğer işitiyorsak O'nun dilemesiyle işitiyoruz. Bunun gibi bütün melekelerimiz Allah'ın izniyle çalışıyor.

Allah'ın yaratma, rızıklandırma ve terbiye etme sıfatlarının yaratılanlar için ne kadar önemli olduğunu "Kaalüü Belaa" da verdikleri sözden anlıyoruz. Allah ruhları yarattığında "Ben sizin Halık'ınız, Razık'ınız ve Rabb'iniz değil miyim?" diye sorduğunda, ruhlar bu soruya "Evet !.. Sen bizim Halık'ımızsın, Razık'ımızsın ve Rabbb'imizsin" diye karşılık verdiler. Makro ve mikro evren arasında iki noktadan geçen bir sonsuzluk çizgisi vardır. Bu çizgi yaratanla yaratılanlar arasında kalbi bir irtibattır. İman bu yüzden önemli bir başlangıçtır. Allah'ın bizi yarattığına inanıp, O'nun bizi yedirip, içirip, rızıklandırması, O'nun kendisine kul olarak bizi terbiye etmesi ve bizi hidayette kılarak doğru yolda gitmemizi temin etmesi kadar büyük lütuf olamaz.

İnanan insan bütün kalp kapıları ardına kadar Allah'a açık olan insandır. İyiliklerin, güzelliklerin buluştuğu bir kalbin ebediyete olan teslimidir. Varlıkta yokluğu ve hiçliği bilen, yoklukta varlığa teslim olan bir insandır. İnanan insan ezelden ebede varlık sebebinin hikmetlerini taşıyan insan demektir. İlhamını ummandan alan, bir katrede kendini bulan insan demektir. İnanan insan varlıklara, eşyaya ve olaylara kalp gözüyle bakan insan demektir. Kalp gözüyle bakmayan Allah'ı göremez. O'nu işitemez. O'nu hissedemez. Kalbi mühürlenmiş insanlar, kendisine bile yabancı olan insanlardır. Onlar ruhsal bunalım içinde küfür, inkâr ve isyandadır. Üzüntü, ıstırap, kuşku, vesvese, ne kadar ruhi rahatsızlıklar varsa bünyeleri ile iç içedirler.

Kalp gözüyle bakamayan iyilikleri, güzellikleri de göremez. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu idrak edemez. Nefsin, cehaletin ve iradesizliğin kurbanıdır. Direksiyonu kırılmış, freni kopmuş, trafik yol rehberi olmayan bir sürücü gibidir. İnançsız insan herşeye kafa gözüyle bakar. Baktığını bir geometrik şekil olarak görür. Derinliğine inemez ve anlam yükleyemez. Varlıkları ve olaylara yaklaşımında sadece cüzi aklına ve buna bağlı mantığına inanır ve ona güvenir. Aklın kurnazlığıyla düşünür ve aklının nefsiyle işbirliği yapabileceğini düşünmez. Tuzaklara düşer. Adeta nefsinin kölesi olarak, yücelik mevkiine çıkaran duygularıyla değil de sefillik derecesine düşen bir zavallı konumunda olur. İnsan nefsinin esiri olursa bu dünya hayatında bile cehennemleri yaşar.

Kalp gözü vasıfsız bilgiyle görür. İmanıyla hisseder. İrfanıyla basiret ve feraset sahibidir. İlhamıyla sonsuzluk bestesini yaşar. Çünkü kalp gözü sonsuzluğu yakalayan idraktir.
Yazı : Profösör
Fotoğraf : Hurşit Akyıl

22 Aralık 2011 Perşembe

Dostluğu aşkta değil; aşkı dostluklarda bulabiliriz.

Hayatımızın kimyası tek kelimeyle dostluktur diyebiliriz. Dostluk karşılıklı gönül kazanımıdır. Dostluk karşılıklı hoşnut olabilmektir. Dostluk bizi bütün değerlerin üstünde Allah'a götürür. Aşk, tutku, cinsellik gibi kavramlar, bir ilişkinin ömür boyu barışçıl bir şekilde sürmesini sağlayamaz. Aşk umulmadık bir anda ve umulmadık bir durumda karşımıza çıkabilir. Aşk mutluluğumuzun sadece bir başlangıç noktasını teşkil edebilir. Aşk insanın duygularını, fikirlerini ve zihnindeki bütün kirlilikleri temizlemede etken bir madde gibi bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Asıl bundan sonrası önemlidir. Sanki kendimizi yeniden format atılmış gibi hissederiz. Bu yeni formatta adeta dünyaya yeniden gelmiş gibiyizdir. Önemli olan Aşkın bahşettiği kimya ile önce bütün iyilikleri, güzellikleri doğru bir başlangıç noktasına taşıyabilmektir.

Bütün aşklar tatlı başlar. İlkeli ve insanlık değerlerinden ödün vermeyen insanlar, duygularını da bir disiplin dâhilinde yönetebiliyorlarsa, mutluluklarını perçinleyebilirler. Bir ömrü hakkaniyetle, huzurla ve mutlulukla paylaşmak adına tarafların üzerine düşen sorumlulukları vardır. Aşk başlar, kavak yelleri eser, bazen savrulursun. Aşk başlar hayatın anlamlaşır. Aşk başlar, üç adım sonra karşımıza bir kavşak belirir. İki yol vardır. Birinde sevgi, şefkat, merhamete bağlı değerleri ve paylaşımları içeren dostluk vardır. Bu dostlukla iyi günde, kötü günde, mahşere kadar bir birliktelik yaşarsın. Bir insan her ne durumda olursa olsun, kendini ararsa eğer, ancak dostluklarda bulur. İçinde sevinç, heyecan, coşku eksik olmaz. Bu yol mantığın duygularla birleştiği yoldur. Diğer yol ise; kendilerinde ruhi bir disiplin edinememiş insanların, düştüğü bir çıkmaz sokaktır. İçinden çıkılamayan bir labirent ve iğneli bir fıçıdır. Aklı, mantığı ve sağduyusuyla değil, nefsiyle bencilliğiyle duygularının esiri olmuş bir dünya insanının düştüğü bir çukurdur.

Sevgi, şefkat, merhamet aşk ve cinsellik olmadan, dokunmak demektir. Sarılmak demektir. Öpüşmek ve koklaşmak demektir. El ele olmak ve ömür boyu içli dışlı yaşamak demektir. Birbirinin yüreğine ve ruhuna dokunmak demektir. Bu cinsel ve bedensel bir durum değildir. Bu ruhsal bir doyum demektir. Bu ruhi uyumlulukla kazanılan frekans bütün varlıklara mutluluk aşılayan ve değerine değer katan bir yansıması olacaktır. Böyle bir birliktelik dünya hayatı sonrası, mahşeri de kapsayacaktır.

Aşkla başlayan birliktelikler hüsranla bitebiliyor. Aşkta içinden çıkan bir dostluk oluşmayabiliyor. Dostluğun olmadığı, türü ne olursa olsun her türlü insani, ticari, vicdani ilişkiler olumlu bir şekilde sürmüyor. Umulanlar karşılık bulmuyor. Oysa dostluklar içinde oluşan aşk ve diğer bütün ilişkiler duygularını ilkeli bir şekilde birbirlerine yansıtabiliyorlarsa, o zaman ilişkiler birbirinin rızasını kazanacak şekilde mahşere kadar sürebiliyor. Dostluğu bulmak istersek, yapısı gereği, aşkta bulamayız. Oysa aşkı ilkeli dostluklarda bulabiliriz.

Profösör

20 Aralık 2011 Salı

Hoşgörüyü sözde değil, özde yaşamalıyız

Evren Allah tarafından yaratılmış varlıklar alemidir. Varlıklar alemi bir düzen içinde varlığını sürdürebilmesi için Allah tarafından ihdas edilmiş kanunlarla idare olunur. Tabiat kanunları dediğimiz doğa olayları, birbirine ilintili ve ilişkili olarak cereyan etmektedir. Mahlûkatın içinde İnsanın dışında akli melekesi olan hiçbir varlık yoktur. İnsan düşünen, inanan, akli melekesini çalıştıran, vicdan sahibi ve iradesini iyi, ya da kötü yönde kullanabilen tek varlıktır. İnsan ve insanın dışındaki bütün varlıklar evrenin işleyişinde hem etkileyen, hem de etkilenen birer unsurlardır. Diğer varlıkların en çok etkilendikleri ise, insanın yaratılış sırrına aykırı hareket etmesiyle kendilerinin olumsuz etkilenmesidir. Her tür afet ve felaketler birbirini etkileyerek bir çığ gibi büyür, birbirini zincirleme domino taşı gibi de süratle birbirini etkiler. Kutsal kitaplarda dünya hayatı içinde yaşanan bir sürü ibret verici afetler, felaketlerden bahseder. İnsanoğlu ne yazık ki ibret almaz ve kıyamete davetiye çıkarır.

Bütün canlı ve cansız varlıklar, Allah'ın koyduğu tabiat kanunları içinde yaşarken; insanoğlu için de bu dünyayı bir imtihan yeri olarak belirlemiştir. İnsanoğlu için peygamberler göndererek, inanç, ibadet ve ahlak eksenli kitaplar indirilmiştir. İnsan güzel ahlakı yaşayarak cenneti bu dünyada yaşar ve yaşatır. Eğer Allah'ın indirdiği kitaba göre, bir hayat anlayışı yok ise, hem kendine, hem topluma, hem de yaratılan bütün varlıklara karşı bir suç işlemiş durumdadır. Kötülükler ve çirkinlikler de birbirini etkileyen, felaket ve afetleri tetikleyen, hatta dünyayı cehenneme çeviren hareket ve davranışlardır. İnsan ne yapıyorsa karşılığını mutlaka ceza olarak gerecektir. Ne yazık ki işledikleri suçun cezası, aynı zamanda kendisi dışındaki insan ve diğer yaratılmışlara kadar sirayet edecektir. Çünkü insan tek başına hayat sürdüremeyen bir varlıktır. Bu sebeple yeryüzündeki bütün varlıklar hep bir arada ve bir düzen içinde yaşamaları kaçınılmazdır. Toplum olmak demek bir düzen ve nizam içinde yaşanması gereken ilkeleri başlangıçta kabullenmek demektir. Kimse kafasına göre hareket edemez ve kimse kafasına göre bir yaşam süremez.

İnsan olarak hepimiz herkesle ilişkili ve herşeyle iletişim halindeyiz. İnsanın kendisinin dışındaki varlıklar kendisine hizmet etsin diye yaratıldığına göre, bizlerin adil ve ahlaklı bir tutum içinde hayatımızı kazandığımız değerlerle paylaşarak sürdürmeliyiz. Birbirimizi anlamalıyız. Birbirimizle sağlıklı bir şekilde anlaşmalıyız. Sevgi, şefkat, merhameti hoşgörü kültürü içinde yaşamalıyız. Bütün güzel hasletleri kendimizde toplamak için, önce kul olma gereklerini yerine getirmeliyiz. Daha duyarlı ve daha tutarlı olmalıyız. Çünkü birbirimizi anlama ve birbirimiz tarafından anlaşılma demek, "Birimiz hepimiz; hepimiz birimiz" anlayışıyla karşılıklı iyi muamele etmek demektir. O zaman birbirimizi hal lisanıyla anlayabiliriz. O zaman gönül dostu olabiliriz. Hatalarımızla, sevaplarımızla bizler insanız. Beşeriz. Birbirimizi hoşgörüyle kucaklayıp, hep birlikte Allah'ın ipine sarılmalıyız. Eğer birbirimizin kalbini kırıyorsak, suçlu aramamalıyız. Nedeni her nedenden olursa olsun birbirimizden özür dilemek yerine helalleşmeliyiz. Özür bir tevazu ve gönül alma olsa da, helalliğin yerini tutması mümkün değildir. Kırılan kalplerin tamiri adına, helalleşmek demek, Allah huzurunda aynı zamanda karşılıklı boyun eğmek demektir. Bu sebepten hoşgörüyü sözde değil, özde yaşamalı; buna mukabil özür dilemek yerine karşılıklı helalleşmeliyiz.

15 Aralık 2011 Perşembe

İyi bir insan olabiliriz

Ateşten inşa edilmiş, cehennemi andıran bin bir labirentin içindeki çıkmaz sokaklarında, inancını ve pusulasını kaybetmiş bir seyyahın, aç, susuz, sefil yalnızlığında, ruhunun karanlıklarında var olan bütün umutlarını tüketmiş, müflis bir ruhun kabir azabında boğulmak üzere iken, karşısında hala "inanma inanma!." diyen bir iblisin, kurtarmak vadiyle kendisine uzattığı el, kendisini kurtarıp, yüceltecek müşfik ve güçlü bir el asla olmayacaktır. Maneviyeten çökmüş bir insanın bu ruh halinden, iblisin uzattığı el; müşfik bir el olmayıp, onu cehennemin esfeli safilin yapan çukurlarından bir çukuruna düşürecektir. Bir insanın ruhen çöktüğü ve ruhen kendini bitirdiği an, ölüm anından beter bir iç hesaplaşmasının yaşadığı iman ile inkar halidir. O öyle bir haldir ki; zerre kadar bir imanın pırıldayışı ile, zerre kadar bir inkarın karşılaştığı bir ikilemdir.

Ya yüreğindeki iman kıvılcımıyla inanç meşalesini yakasın, ya da inkarın karanlık dehlizlerinde, karanlık sokaklarında, kendi ruhunun kendi karanlık hücrelerinde, yapayalnızlığında boğulursun. O halde bize uzanan el lanetlenmiş olan bir iblisin eli olmamalıdır. Bize uzanan el, inancımızı pekiştirecek bir Allah dostunun eli olmalıdır. Bize uzanan el bir mürşidin eli olmalıdır. Kurtuluşun ilk reçetesi, inanmak ve inandığını yaşamaktır. Bu durumda insanın her türlü, iyilikleri ve güzellikleri oluşturacak hayırlı işlerin içinde yer alması, bir taraftan da kötülüklerin ve çirkinliklerin oluşturduğu bütün günahlardan kaçınması olmalıdır.

Zaman zaman aynaya bakacak yüzümüz olmayabilir. Yaptıklarımızla ve işlediklerimizle yüz yüze gelmek istemeyebiliriz. Oysa yüzleşmek demek, kendimizi hesaba çekmek ve kendimizi sorgulamak demektir. Sorgulayarak akleder ve fikrederiz. Sorgulayarak vicdanımızı işletiriz. Sorgulayarak iyi, kötü ikileminden, irademizi iyi yönde kullanma şansını yakalar, çıkmazlara sapmaz, dipsiz çukurlara düşmeyiz. Bunun yanında vicdanımızın sızlaması demek, doğrularımızı harekete geçirecek ve bizi doğru davranışlara sevk edecek melekeyi bize kazandıracaktır. Bu melekeyle irademizi iyi yönde kullanabilir, bu melekeyle güzel ahlaka sahip olabilir ve bu melekeyle iyi bir insan olabiliriz.

Profösör

13 Aralık 2011 Salı

Sittin sene yaşasam da, ihtiyar olarak, ömür sürmek isterim

İnsan ömrü o kadar kısa ki; zaman değil mi, su gibi akıp geçiyor. Her sene bir yaş daha alarak, günümüzün moda deyimiyle yaşlanıyoruz. Bir başka açıdan baktığımızda yaş aldığımız için, yaş günü, ya da doğum günü adı altında kutlamalar yapıyoruz. Yaşlanmak demek, hayatını eskitmek, ömründen her yaşadığın günün ve anın, bir daha geri gelmemecesine harcamak ve tüketmek demektir. Oysa bizim kültürümüzde ömür tüketmek, olumluluk anlamında pek kullanılmaz. Karşımızdakine yeri geldiğinizde "Ömrümü tükettin" "Ömrümü yedin bitirdin" gibi serzenişlerde bulunuruz. Aslında esas olan yaşamaktır. İnsan varlık itibarıyla doğar, yaşar ve ahiret hayatı olduğu için öbür aleme göç ederek, ahirette ebediyyen yaşar. Ölmek ve ömrümüzün bitmesi ancak bu dünya yaşamının sona ermesi anlamına gelir. 

Her insan doğum günü, ya da yaş günü kutlayabilir. Kötü insan da, zalim, katil ve cani insan da bu mantıkla doğum ve yaş gününü kendi anlayışına göre kutlayabilir. Doğum ve yaş günü kavram ve kültür olarak yaş almaya delalet eder. Oysa ömrü hayatımızda önemli olan, iyiliklerin ve güzelliklerin kutlanmasıdır. Kutlama, takdis etme tam anlamında dini bir kavramdır. Hiçbir kutlama İçinde, alkollü içkiler kullanmak dahil, hiç bir gayri meşru davranışları içermemektedir. Ayrıca bizim kültürümüzde yaşlanmanın övülecek bir tarafı yoktur. Bizim kültürümüzde ihtiyarlamanın bir anlamı vardır. İhtiyarlamak, kavram olarak kesinlikle yaşlanmayı içermez. Ömrümüzü şu kadar veya bu kadar yaşadık diye övünmek züğürt tesellisinden öteye gidemez. Önemli olan ömrümüzü iyilikler ve güzellikler içinde geçirebilmemizdir. İşte o zaman ihtiyarlamanın bir anlamı vardır. Onun için yaşayanlarımıza hayırlı ömürler dileriz. Ömrüne bereket derken bile, ancak iyilik ve güzellikler içersinde ömrün artsın demektir. Zaten ihtiyar kelimesi kavram olarak "Seçkin" demektir. Bilgisiyle, görgüsüyle, ahlakıyla, davranışlarıyla, hayırseverliğiyle toplum nezdinde, çok değerli, toplumun her anında kendisinden destek istediği, varlığıyla toplum hayatına abı hayat kadar değerler katan insan demektir. İhtiyar ömrü hayatını iyilikler ve güzellikler içinde yaşayan ve yaşatma konusunda bir mefkuresi olması demektir.
İhtiyar kelimesi "Hayır" kelimesinin kökeninden gelmesi itibarıyle, hayırla yönetmek anlamında "ihtiyar meclisi" ve "muhtar" kelimesi de bu kökenden türetilmiştir. Bu açıdan da bakarsak, "insanların en hayırlısı, insanlara hayrı dokunandır" hayatın özünü teşkil eder. İnsanlara hayrımızın hakkıyla dokunması için de, en başta güzel ahlaka sahip olmamız gerekmektedir.

Profösör

Not: Ömrümüze bir yaş daha katarak, ihtiyarlayıp, hatta dede olduğumu hatırlatan gönüldaşlarım, dostlarım, arkadaşlarım, öğrencilerim ve blogdaşlarıma şükranlarımı sunuyorum. Hepsine ömürlerini iyilikler ve güzellikler içinde geçirmelerini diliyorum.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Bir bakış.. Bir yorum...

Bir bakış herşeyi anlatabilir. Bir bakış her şeyi değiştirebilir. Bir bakış taş üstüne taş koymayabilir. Bir bakış nice muhkem yapıları yerle bir edebilir, viraneye çevirebilir. Bir bakış insan olduğumuzu hatırlatabilir. Vicdanlarımızı harekete geçirebilir. Bir bakış ancak bu kadar şefkat ve merhamete kapı açabilir. Bir bakış ancak bu kadar derin bir hüznü taşıyabilir. Usta bir romancının bile bir bu duyguyu satırlarına dökemiyecek kadar aciz kalabileceğini düşünebiliriz.. Bir nevi böyle bir hüznün, sonsuzluk ifadesini taşıyan bu kız çocuğunun derin bakışını, ancak bir karakalem resim ustasının, bu duyguyu kendi özünde yaşarak bize aktarabildiği ve  bizlere verdiği en anlamlı bir armağan olduğunu düşünebiliriz..

İnsanoğlu tarihin her evresinde üzüntüyle mutluluk arasında sürekli yaşadığı ve içinden atamadığı bir hüznün varoluşuyla, varlığını dengeleyebilmektedir. Okyanuslardaki med ve cezir gibi, gelgitleri önce ruhunda yaşayarak, Hayatını sükûnet ve huzur içinde geçirmek ister. Mutlu olmak ise, en büyük arzusudur. İlk insan ve ilk peygamber Hazreti Âdem’in yasak meyveden yiyerek Cennetten kovulmasıyla, bir hüzün silsilesi bütün insanlığı içine alacak kadar derin ve büyüktür. İnsanoğlu fani dünyada yaşamaya mahkûmdur. Bu mahkümiyet zorlu bir sınavla, insanın kul olarak, yeniden ebediyete hazırlanması için kendisine bir şans tanınmasıdır.
Yeryüzünde insanın, her işlediği fiil, kendisi ve kendisi dışındaki bütün insanlığı iyi veya kötü yönde etkileyici bir amildir. Bu etki, aslında bütün varlıkları doğal olarak kapsaması kaçınılmazdır. Tarihin her kilometre taşında açlık, kıtlık, susuzluk, salgın hastalıklar, sel ve kasırgalar, nükleer savaşlar gibi felaketler ve afetlerle insanoğlu yüzyüze kalmıştır. Ölen ölmüş, kalan kalmış, olan masum bebeklere, çocuklara, hamile kadınlara, yaşlılara ve hastalara olmuştur. Acılar, ıstıraplar, üzüntüler, umutsuzluklar, mutsuzluklar iç içe adeta insanlığın kaderi olmuştur.

Her hangi nedene dayanırsa dayansın, özellikle bir kız çocuğun bütün felaket ve afetlerin dışında gelenekler ve zihniyetlerden kaynaklanan mağduriyetinin de bir karşılığı ve hesabı olmalı diye düşünmeliyiz. Masum bir çocuğun bakışı, mağdur bir kız çocuğunun bakışıyla hüzün resmedilecek olursa, ancak böyle olmalı. Kara kalemle yapılan masum ve mağdur bir kız çocuğunun resminde, bakışlar ancak bu kadar derin, bu kadar engin, bu kadar engin ve bu kadar diğer öğeleriyle birlikte dengin olabilir.

Yazı - Çerçeve ve Paspartusu:  Profösör   /   Resim: Anonim

8 Aralık 2011 Perşembe

Kağıttan bir filo yapalım.. Akdenize birlikte açılalım..


Kağıttan gemi yapmayı bilmeyenimiz yoktur hemen hemen. Çocukluğumuzda özellikle ilkokula başladığımızda beyaz defterimizin ortasından bir yaprak kopartıp, mutlaka ondan ya kağıttan bir gemi, ya da uçurtmak için bir jet uçağı yapmışızdır.  Öğretmenlerimiz bu duruma kızsa da, bizim ayağımız dursa, elimiz durmadığından defterimizden bir yaprak kopartmakla birşey olmaz düşüncesini taşıyorduk. Okul sırasının üstünde kağıttan gemiler yüzer, teneffüslerde kağıttan uçaklar, jetler uçuşurdu. Şimdi bile, zaman zaman masamdaki küp bloknotumda bulunan kare biçimindeki kağıtlardan gemiler yapar, filolar oluştururum. Hayal bu ya; bu kâğıttan oluşan filoyu Fatih'in döktürdüğü toplarla donatıyorum. Akdenizde fırtınalar estiren Barbaros Hayreddin Paşa'nın aziz hatırasına Akdenizde yaramazlık yapan bütün korsanları vuruyor, dize getiriyorum. Mazlumların ve mağdurların, hiçbirinin kanı yerde kalmaz diyorum. 

Kağıttan gemi dedik ya; kare biçiminde bir bloknot kağıdı önce dörde katlayacağız. Sonra dörde katlanmış bu kağıdı alt ve üstten, açık uçlarından bir ucunu, katlayıp karşıt köşe uçuna birleştireceğiz. Sonra diğer üç yaprağı birleştirip, onu da karşıt uca götürerek katlayacağız. Üçgen şekline gelmiş bu katlanmış kâğıdın içine iki elimizin başparmaklarını sokarak, elde edilmiş olan her iki köşeyi birleştirip, katlama işlemini tekrar yapacağız. Elimizdeki katlanmış kağıt sanki bir tomurcuk çiçek de, doğal olarak açılacakmış gibi bir durum arz eder. Biz katlanmış olan bu kağıdın, bir yaprağını bir yana, diğer üç bitişik yaprağı öbür yana, iki elimizin parmaklarıyla çektiğimizde kağıttan gemimiz ortaya çıkacaktır. Ondan sonrası iyi bir kağıttan filo kurmaktır işimiz.

Yıllar önce, ilk çocuğum olduğunda oynasın ve oyalansın diye önüne bir blognot küp koymuştum. O zaman iki buçuk üç yaşlarında olduğunu söyleyebilirim. Bir müddet sonra oynadığı odanın kapısında ne göreyim; kendisine yapmış olduğum bir kağıttan gemiyi, bilinç altı izleyerek yapılışını ezberlemiş bir konumda, blognot küpünde ne kadar kağıt varsa kağıttan gemi yaparak bitirmişti. Gemiler de odanın her bir tarafına tek tek yerleştirilmiş durumda, kendisini de odanın tam ortasında otururken bulmuştum. Hayretler içinde kaldım. Bir çocuğun o yaşta ve kısa bir zaman içinde bunu gerçekleştirmesinin mümkün olamayacağını düşünerek, hala bunun sırrını çözebilmiş değilim. Unutmayın kağıttan gemi yaparak stresinizi bir masum çocuk gibi atabilirsiniz.

Yazı - Resim Kompozisyon:  Profösör

6 Aralık 2011 Salı

Kaligrafik yazı, ya da özgün yazı tasarımı


Güzel sanatlar içinde en zor ve titizlik gerektiren sanatın, belki de grafik olduğunu söyleyenlerimiz bile vardır. Grafik her tür sanatı içinde barındırabilir. Resim, karikatür, vinyet, yazı karakteri ve tipoloji, ses ve video kayıtları dâhil her döküman grafik sanatçısının bilgisi, bilinci dâhilinde kullanılabilir. Grafik sanatçısı kurumsal iletişimden marka yapılanmasına kadar, müşteri profilinden demografik yapıya kadar, her tür bilgiyi bir alt kültür olarak bilmesi ve gelişmelerden haberdar olması gerekmektedir. Bununla kalmayıp bilgisini, görgüsünü de günden güne güncelleyerek, sağlıklı olarak varlığını muhatabına kanıtlamalıdır. Grafik sanatçısı, bilgisini tarih öncesinden bu zamana ve geleceğe perspektif tutacak şekilde bir vizyon sahibi olmalıdır. Dünya tarihini, coğrafyasını ve diğer bilimleri de içine alarak yaptığı eserlere özümseterek grafik olgusunu bütün mecraların yapılarına göre şekillendirerek sanatını icra etmelidir.

Kaligrafi de kişi kurum ve kuruluşların kurumsal kimliklerini tipografik bir yazıyla ifade etme sanatıdır. Yeryüzünde değişik alfabelerle yazı kullanan toplumların kaligrafist ve hattatları mevcuttur. Antik çağdan bu zamana kadar bütün yazılarda zamanla estetik değerler kazanarak, görselliklerini zenginleştirmişlerdir. Sümerler, hititler, uygurlar, helenistik devirden yunanlılar, ruslar, yahudiler, araplar, çin ve taylandlılar, farklı farklı yazı sitilleri kullanmaktalar. Daha nice sayamadığımız yazı şekilleri mevcuttur. Önemli olan bir kelimenin özgün yazılması demek, bilinen karakterlerin dışına çıkarak özgün bir yazı yazabilmektir. Özgün yazı yazmak demek, ilk kez kendi tarzında bir kelime ve cümle yazmaktır. Bununla verilen hava, kişi kurum ve kuruluşların kurumsallıklarında, insan üstündeki etkisini arttırmaktır. Varlıklarını bir nevi sağlam temelleri olan yapının büyüleyici tezyinatı gibidir.

Ben de, birkaç ay önce bir ilköğretime giden bir öğrencimin ismini kaligrafik bir şekilde yazmış idim. Aynı çalışmayı gölgelendirip, paspartü ile çerçeveleyip, photoshopta çalışmasını yaptım. Hem öğrencimin gönlünü almak, hem de blogger dostlarıma kaligrafi sanatını hatırlatmak, hem de onlara özgün yazı yazmanın zevkini aşılamak için küçük bir post yapmak istedim. Bir kafenin, bir eğlence yerinin, ya da bir toplumsal sanat merkezinin kapısındaki ışıklı özgün bir yazı gördüğümüzde, bize bıraktığı, özgürlük ruhunu anımsatmak istedim.

Profösör

26 Kasım 2011 Cumartesi

Tebessüm Gönül Hoşluğudur


Tebessüm; bütün insanlara aşıladığımız bir umuttur.. Tebessüm; bir yaşama sevinci ve Allah'a şükürdür. Tebessüm; nedensiz diyebileceğimiz fakat nedenlerini anlatabilecek kadar anlatabilme yeteneğimizin olmadığı bize bahşedilen sonsuz nimetlerin bir lütuf göstergesidir. Bizler için en büyük hazinelerin bütün kapılarını açabilecek anahtara sahip olma duygusunun verdiği bir inanç, bir kulluk bilinci, bir paylaşım sofrasının sahip olma düşüncesinin var olma refleksidir. Tebessüm; bütün kalplerin birlikte ve Allah'ı birleme adına her göğüste atma, tek bir yürek olma halidir.  Tebessüm;  bir bebeğin annesinden emerken, annesinin kendisine sevgi, şefkat ve merhametle bakış halidir. Tebessüm; yetim ve öksüz, sümüklü ve yalınayak kimsesiz kalan bir çocuğun şekerleme, dondurma, çikolata yeme halidir. Tebessüm;  ölüm döşeğindeki bir hastaya sadra şifa kabilinden gönlünü hoş ve tutma halidir.

Yazı ve Grafik: Profösör

23 Kasım 2011 Çarşamba

Temiz toplum ve temiz çevre ideali

Temizlik imandandır sözünü bilmeyenimiz yoktur. Temizlik; hayatımızın her anında ve her yerinde yapılması gereken bir iştir. Özellikle temizliğin kadınlarımızın hayatında erkeklere nazaran büyük bir yer kapladığını söyleyebiliriz. Sanki temizlikten erkeklerin sorumluluğu yok gibidir. Bütün sorumluluk kadınların üzerine yüklenmiştir. Sanki temizlik yapmak kadınların kaderi gibidir. Kadınlarımıza bir anlamda temizlik mahkûmu diyebiliriz. Oysa hayat müşterek değil midir? Bir evde hayatı paylaşan herkes temizlikten sorumlu olmalıdır. Temizlik bilinci taşıyan herkes düzen ve intizam içinde yaşamaya hak kazanır. Bu anlamda doğru alışkanlıklar daha çocuk yaşlarda kazanılması gereken güzel bir haslettir. Kadınlarımızın temizlik konusunda hassas olduğunu söylemekle birlikte aynı zamanda da temizlik konusunda maharet sahibidirler. Her tarafı siler süpürürler, köşe bucağı makineyle çekerler.. Bunun yanında; kadınlar kendi temizlikleri  dahil aile bireylerinin de temizliği ve  bakımından kendilerini sorumlu tutmuşlardır.

Maddi temizlik, bir nevi her türlü maddi kirlilikten kurtulmaktır. Maddi temizliliğin yanında manevi temizliği de unutmamamız gerekir. Manevi temizlilik nefsin terbiyesidir. Nefsin terbiyesi ve tezkiyesi ile ruhen ve kalben olgunluğa erişmektir. Birey, dolayısıyle toplum sağlığı maddi ve manevi temizlikle korunabilir. Her iki kavram birbirinden ayrı düşünülmemelidir. Her iki kavram birbirini tamamlayan ve birbiri için olmazsa olmaz birer amildir. Her tür maddi kirlilikten temizlenirken, bir taraftan da her tür manevi kirlilikten de temizlenmek şarttır. Manevi temizlik;  bütün şirk, günah, isyan, fitne, fesat, fücur gibi zulüme delalet eden bütün günahlardan temizlenmek ve kötü alışkanlıklardan kurtularak, güzel ahlak sahibi olabilmektir. Herkes doğru yolda iyilikleri ve güzellikleri kabul ederse, kötülükler ve çirkinlikler hayatımızda yer bulmayacaktır. Herkesin manevi olgunluğa erişmesi demek, bütün toplumun huzur ve mutluluğa kavuşması demektir. Herkes kapısının önünü süpürürse bütün şehir temizliğe kavuşması demektir. Temiz toplum ve temiz çevreye sahip olmak demek ancak, bedenen ve ruhen, maddi ve manevi temizliğin yapılması demektir.

Profösör
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...