İzleyiciler

28 Nisan 2012 Cumartesi

Hüzün ve Mutluluk




Her akşam olduğu gibi bu akşam da hafif bir esintiyle ağaçların yaprakları hareketleniyor. Bugün özel bir gün.. rengarenk gramofon kağıtlarıyla süslenmiş sokaklar, kağıttan fenerlerle saç örgüsü renkli kağıtlarla süslenen evlerin pencere camları.. Asma yapraklarının arasında, kırmızı, mavi, sarı, yeşil ve mor yanan rengârenk ışık saçan ampuller sünnet evinin avlusunu büsbütün farklı bir hava veriyordu. Kızlar fırfırlı etekleriyle dans ediyor; askılı pantolon giymiş küçük çocuklardan bazıları sümüğünü çekiyordu.. Bu evin avlusunda yöresel ve folklorik motiflerle işlenmiş, kanaviçe işi yatak çarşafları, yastık kılıfları ve simli tüllerden oluşturulmuş, yapay perdelerle bir sünnet yerinde, kutsal bir ayin kadar önemi olan sünnet mahallide herşey yerli yerinceydi. Alacalı saçlı ve bıyıksız bir adam, elindeki körüklü çantasını karyolanın yanındaki boş bir tahta iskemlenin üstüne koydu. Uzun, beyaz entarisiyle bir sünnet çocuğu, başında kalpak biçiminde pullarla süslenmiş "Maşallah" yazısıyla kendisine bakan bütün meraklı bakışlara adeta maşallah dedirtiyordu. O an gelmişti. Kalabalıkta bir sarıklı ve sakallı hocanın eşliğinde bütün davetliler hep birlikte yüksek sesle tekbir getirmeye başladılar. "Allahüekber, Allahü ekber. La ilahe illallahü Allahü ekber. Allahü ekber velillahil hamd" En sonuncu tekbirden sonra sünnetçi körüklü çantadan çıkardığı keskin usturasıyla, sünnet çocuğunun artık erkekliğe adım attığını, kalabalığın alkışları arasında duyurmuş oldu.

Sünnet çocuğunun kirvesi, babasının çocukluk ve okul arkadaşı olan göbekli ve pala bıyıklı bir adam tepside bulunan lokumlardan en büyüğünü, tozunu akıta akıta bir hamlede sünnet çocuğunun ağzına tıkıverdi. Çocuk sünnet olurken, acı hissetmemesine rağmen gayri ihtiyari ağzından "Anam anam!" sözü çıkarttığında annesi de o anda, mutfakta bulunuyordu. Çocuğunun büyüdüğünü, artık bir erkek adam olduğunun duygusuyla hem ağlıyor, hem de elinde bulunan boş oklavayı iki avucuyla çeviriyordu. Belki böylece acısını çocuğunun ve kendi yüreğinde hissettiği acıyı dindirebilirdi. Sokakta ve avluda sünneti takip eden bütün çocuklar tam sünnet yapılırken ve ustura görevini icra ederken çerçevesi siyah ve camlarının numarası ilerlemiş olan gözlüğünün arkasından etrafı süzerek, kolunun altında gizlediği, içi badem, ceviz, incir, ve bozuk paralarla dolu bakır sahanı ortaya çıkarır çıkarmaz, diğer elinin avucuyla sahandan kısımladığı paralı çerezleri çocukların üzerine savuruverdi. Bütün çocuklar atılanları kapmak ve toplamak coşkusuyla adeta birbirini eziyorlardı. Dualar, tekbirler, alkışlar arasında çocuklar çocukluğunu en ücra köşelerine kadar yaşayabiliyorlardı.

Burası nihayetinde küçük bir kasabada bir sünnet eviydi. Bunun hemen devamında da, meraklı bakışlar, sümüğünü çeksen çocuklar, anneler, babalar ve yediden yetmişe kadın erkek herkes biraz ilerideki meydanı kaplayan asmanın altında üniformasız belediyede çalışan, aynı zamanda da tatil günlerindeki sünnetlerde bando aletlerini çalan bir grup müzisyen bulunuyordu. Sünnet öncesi sünnet çocuğunun ve davetlilerin oyunlar oynayarak müzisyenlere paralar takılmıştı. Bu sefer sünnet sonrası, dağılmak için birden bando hüzünlü şarkılar çalmaya başladı. Bandonun sadece trompet sesi bile hüzünlü armonisiyle sanki bütün kasabayı hüzünlendiriyordu... Bu öyle bir besteydi ki; hem bir aşk, hem de bir hüzün şarkısıydı. Sanki yabancı ülkelerin, uzak sahillerinde çalınan bir hüzün havası gibiydi. Sünnet evi bu hüzünlü şarkıyla yavaş yavaş dağılırken, asmalı çardaklar altında, gül ağaçlarının yanında, saksıda bulunan fesleğenler, kırmızı, pembe karanfiller, kekikler daha adını bile bilemediğimiz çiçekler ve boydan boya, bütün avlu duvarlarını saran hanımeli çiçeklerinin yaydığı rayihalar arasında tek bir gerçek yaşanıyordu. Bu gerçeğin adı hüzün ve mutluluktu.

Profösör

27 Nisan 2012 Cuma

Bende



Dün gibi
Bugün de
Ben benim.

Herşey değişir
Dün de,
Bugün de
Yarın da

Bütün zamanlarda
Değişmeyen bendenim.

Profösör

26 Nisan 2012 Perşembe

Yeniden Güncellenmek

Zaman zaman kendi düşüncelerimizin mahkumu olabiliyoruz. Bu bir nevi, bizi uzun süre saplantı hastalığına götürebilir. Her gün sabah erken kalkıp, gece yatıncaya kadar temizlik yapanları biliyoruz. Hatta gece yarılarına kadar köşe, bucak, dip temizlik yapsak bile zihin temizliğimizi yapamıyoruz. Zihinsel kirlilik insanın hayat kalitesini tamamen bitirebiliyor. Hayatımız, ömür boyu bütün gün temizlik yapmak değildir.. Zihinsel yenilenmeyi yapamadığımız için güncellenemiyoruz. Yeniden güncellenmemiz gerekir. Yoksa ömür boyu amele gibi çalışmak değildir hayatımız. En önemli başlangıç dengemiz, inandıklarımız, uyguladıklarımız ve kazanımlarımızdır. Sonra da bu kazanımlarımızı insanlık idealinde paylaşabilmemizdir.

Hayatımızda birçok engelle karşı karşıya kalabiliyoruz. Bu durumda bir anlam üretmek ve zorlukları aşabilmek için başka düşünce paradigmalarına gereksinim duyulmalıdır. Yeni düşüncelerle yeni düzenekler kurulabilmeliyiz. Başka düşüncelerle kendi düşüncelerimizin bir arada olması demek, etkileşim içinde bulunarak, yenilenmek ve gelişmek demektir. Yeniden güncellenmek demektir. Yoksa bir takım olumsuzlukları kabullenmek demek olur ki, işte bu çağdaş köleliğin başlangıcıdır. Hiç kimse kendi başına kurtuluşa erememiştir. Herkes birbiri sayesinde felah bulur. Herkesin biriktirdiği değerleri vardır. Herkesin birbiri için paylaşabilecek kazanımları vardır. Hepimizin en önemli değeri, başka alternatif çıkış yolları bulabilmek için istişare ederek düşünce geliştirmek, bu düşünceyi yeni bir inanç haline getirerek uygulamaya sokabilmektir. Yeniden düşünmek demek, yeniden güncellenmek demektir. Bir bünyenin yeniden doğması ve yapılanması demektir. Çünkü her yeni düşünce iyilik, güzellik, doğruluk kavramlarıyla anlam bulur. Yeni yeni anlamlar üretir. Bir şeylerin farkına ancak bu şekilde varabiliriz..

Düşüncelerimiz ve duygularımız iç içedir. Her iki değer zihnimizde buluşur ve belleğimizde titreşim halindedir. Hayatta sadece maddi kazanımlar bize mutluluk vermez. Önemli olan kalıcı kazanımlardır. Fi tarihinde bir göz kırpış, bir el sallayış, bir derin bakış, bir tatlı tebessüm bizi ömür boyu mutlu olmamıza bir nedendir. Eğer hayatımızda inancımızı yaşayabiliyorsak huzurun içindeyiz demektir. Önemli olan hayatımızda yanlış giden bir şeyler olduğunda, durup kendimizi bir çekaptan geçirebilmek ve yeni anlayışlarla kendimizi güncelleyebilmemizdir. Vücudumuz doğal olarak uygun gitmeyen durumlarda ruhen ve bedenen alarm verir. Travmalarla panik ataklar başlar. Vücudumuz olması gereken tepkileri verir. Panik atak ruhun tepkisidir. Bunun tercümesi aynı şeyleri ve aynı hataları tekrar tekrar yapıyoruz demektir. Aynı olumsuz şartları kabul ediyoruz demektir. Hangi durumda olursak olalım, yeni bir günün güneşin doğuşuyla başladığı gibi, yeni bir hayatın yeni şartlarla başlamasına izin verelim. Hergün yeniden güncellenelim.

Profösör

23 Nisan 2012 Pazartesi

Eskiden Beş Çayı Yoktu

Eskiden beş çayı diye bir adet yoktu. Kadınların icadıdır beş çayları, altın günleri.. Bir evde toplanılır, bir araya gelinir, sohbet, muhabbet derken, temsilen bir çelik tencere satıcısının, ürünlerini satmak için kendine has gösterisi başlar. Beş çayı, beş çayı olmaktan çıkmıştır artık. Şimdi de beş çayında ve altın günlerinde makyaj malzemeleri tanıtılır oldu. Buna karşı bütün kadınlar diyete girdi. Yemeyerek güzel olunacağını düşündüler. Belki de içinde yemek pişirilecek tencerelere  gereksinim kalmadı. Elle tutulur etli, butlu kadın olmak  yerine neredeyse kuru kemik, zayıflık moda haline geldi. Kadınlar duygularının esiri olmak için, ayrıca yemeden içmeden kesilerek diyet bağımlısı oldular. Oysa hayatın sadece yeme içme, güzellik makyaj değil, ulvi duyguları tatmanın bir disiplin olduğunu unuttular, kendi kendilerinin kölesi olmayı tercih eder duruma düştüler.

Biz bunları düşünürken kaburgaları sayılan afrikalı çocuklar neler düşünür. Acaba tokluğun ne olduğunun duygusunu tadabilmişler midir? Çocuklarını bir müddet daha susturmak için çölde çakıl taşı kaynatarak yemek hazırlanıyor iması veren, çocukları açlıktan ve hastalıktan sızlanan annenin yaşadığı ruhsal dünyasını düşünen ve anne adayı kadınlar, insan olduğumuzu sanan bizler ne kadar duyarlıyız hiç bunu düşündük mü acaba!.. Oysa duyarlı insanlar, küçük bir kız çocuğunun elinden kaçan uçan balonunun arkasından duyduğu hüznü ve ağlamaklı halini hissedebilmeli. Kendisinin de çocukluğunda buna benzer anılarını tazeleyerek, kendi içlerinde ve çocukluğunun masumiyetinde sevgiye, şefkate ve merhamete dair, bir vicdan muhasebesi yapabilmeli.

Onun için baştan birey olmak, sadece kendimizi düşünmek olmamalı, Birey olmak kendi kimliğimizde kişiliğimizi geliştirmek olmalı. Birey olmak, bir simitle, bir bardak çayı birlikte paylaşabilmenin erdemini bilmek olmalı.

Profösör

21 Nisan 2012 Cumartesi

Razık ve Rızık

NTV 'de izlediğim haberde Hasankeyf'deki sular altında kalan Errızk caminin minaresi yeni yapılacak olan Hasankeyf camisinin minaresi olacağını öğrendim. Bu haberin bir haber değeri olduğunu biliyorum. Bir ağacı yol geçiyor diye kaybetmemek için bir başka yere nakledilerek dikilmesi gibi bir davranış, aynı zamanda o ağacın kesilmesini önlemeye yöneliktir. Baraj altında kalan cami ve minaresinin, bir başka şekilde bir, başka yerde kullanılması tarihi bir değerin aynı zamanda yaşatılması demektir. Bunu takdirle karşılıyoruz. Asıl mesele haberi veren televizyondaki spikerin, ya da önceden hazırlanan editöryanın kendi kültürümüzden, hatta iletişim dilinden ne kadar da yoksun olduğudur.

Hepimizin bildiği gibi genç Türkiye Cumhuriyeti Büyük Osmanlı Cihan Devleti'nin mirası üzerine kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti batılılaşma adına tamamen kendi değerlerini reddederek kurulmuştur. Osmanlının bütün kültür değerleri aşağılanmıştır. Sonuçta Türkiye toplumu yozlaşarak kimliksiz, ne batılı ve ne de doğulu olabilmiştir.  Osmanlı bir cihan devleti ve dolayısıyla, bütün cihanın toplum değerlerini barındırırken, geniş bir kültür yelpazesini de içinde barındırıyordu. Arapça, farsça, kürtçe, türkçe, rumca, ermenice, lazca, pomakça, bulgarca, ecnebice dediğimiz fransızca, ingilizce dâhil,  birçok azınlık dilleriyle bir bütünlük içinde, dünyanın hiçbir yerinde olamayacağı kadar zengin bir kültür mozağine sahipti. Fakat Türk toplumunun kahir çokluğuyla İslam inancıyla yaşaması birçok kelime ve kavramları da kökten bilmelerini gerektiriyordu.

Medya dediğimiz zaman dünyanın küçüldüğünü bilmeliyiz. Hatta internetin hayata geçmesiyle de, dünya küçük bir köy, küçük bir mahalledir. O halde bir kelimenin yapısını ve ne anlama geldiğini bilmeden ezbere, yanlış kullanmak bir televizyon için yüzkarasıdır. "Errızk camisi" yerine El Rızk olarak yanlış kullanılması demek dini, felsefi ve kültürel olarak kelimenin yapısını bilmemek ve bilmeden kelimeyi teleffuz etmek cüretini gösterebilmeleri de manidardır.  Rızık Allah tarafından verilir. Onun için "Errızku alellah" Rızık Allah'tandır denir. Allah için Er-Razık denir. Arap dilbilgisinde  "El" takısı belirlilik için kullanılır. Bu "El" takısından sonra gelecek harfin "Hurufu şemsi" ve "Hurufu kameri" olmasına göre okunuş şekli belirlenir. Bu arada ruhlar yaratıldığında Cenabı Allah yarattığı ruhlara "Ben sizin Rabbiniz, halıkınız ve Razıkınız değil miyim"  diye sorduğunda ruhlar hep birlikte "Evet!.. Sen bizim rabbimiz, Halikımız, ve Razıkımızsın" diye cevap verirler. Razık ve rızık kelimesi çok önemlidir. Varoluşumuzun nüvesidir. Bu kelimeyi bir kitle iletişimci olarak bilmemek ve öğrenmemek büyük bir talihsizliktir.

Profösör

19 Nisan 2012 Perşembe

İstanbul Lale Devrini Yaşıyor

Her sene olduğu gibi bu sene de İstanbul rengârenk lalelerle bezendi. Baharı lalelerle daha iyi içimizde hissedebiliyoruz. İstanbul laleleri bir kültürü yansıtıyor. Aynı zamanda İstanbul laleleri bir kültür lalesidir. Osmanlı medeniyetinde laleler çinilere de işlenmiştir. Osmanlı laleleri camilerimizi, medreselerimizi ve tarihi sosyal müesseselerimizi ifade eden en önemli figürleridir. Osmanlı lalelerinin çizim olarak beşyüzün üzerinde, birbirinden farklı tasarımları mevcuttur. Bahar mevsiminde İstanbul'un her yerinde, bir ay boyunca lale devri yaşanacak.



Yazı ve Grafik: Profösör

17 Nisan 2012 Salı

Soyut Bir Resim.. Somut Bir Anlatım..


Blog.. Modem.. TTNet.. Asahhara.. Ankara.. Beyaz sayfa.. Yazarlık.. Yazı.. Editörlük.. Gazetecilik.. Çizerlik.. Çizgi.. Ajansımız.. Ofisimiz.. Mehtap.. Yıldızlar.. Mercan.. Doğa yürüyüşü.. Fotoğraflar.. Sosyal medya.. Moon.. Sorumluluk.. Fedakarlık.. Anlayış.. Anlama.. Anlaşılma.. Hidayet..  Tweet.. Face.. Youtube.. Yazar cafe.. Hakan.. Sultan.. Çöl güzeli.. Masal.. Mitoloji.. Özgürlük.. Bağımsızlık.. Hoşgörü.. Enerji.. Güç.. Aspirin.. Balgat.. Güncellenmek.. Paylaşmak.. Yalnızlık.. Fikir.. Duygu.. Davranış.. Hayal.. Rüya.. Umut.. Hepsi birer kelime.. Hepsinin birer anlamı olmalı. Bu kelimelerin hepsi ayrı ayrı başka fikir ve duyguları da çağrıştıran bir özelliğe sahip. Bu kelimeler bir araya gelse bile, dört dörtlük bir anlamlı cümle yazmak çok kolay olmasa gerek. Ama, gönül lisanıyla yazılan kelimeler, en değerli kelimeler olsa gerek..  Kelimeler bir fikrin, bir duygunun,  somut bir cismin, ya da soyut bir kavramı anlatan işlevleri vardır. Levhada yazılmış olan kelimeler bir çerçeveden de taşabilir. Sevgi olur, şefkat olur, merhamet olur.. Dostluklarla yerini bulur. Kelimeler şiir olur, öykü olur, roman olur; okuyan herkes şifasını bulur. Kelimeler, sevincin, coşkunun, heyecanın adı olur. Üzüntünün, matemin, yalnızlığın tadı, tuzu biberi olur. Kelimeler mushaf olur, duvara asılır. Duvardan alınır, okunur, uygulamaya sokulur, bilinçlenilir. Kelimeler kitap olur sayfaları açılır. Kelimeler tek bir mabudun adı olur; Allah denir.  Doksan dokuz ismi Celal ile Esma-ül Hüsna olur.

En anlamlı bir kelime ve bütün kelimeleri içine alan bir kelime, nedir diye bana sorsanız eğer; adı "Huuu" olur. Onunla bir nefes alınır, ölüyken diriliriz. Onunla bir nefes verilir,  diriyken ölürüz.

Yazı ve grafik: Profösör

16 Nisan 2012 Pazartesi

Merkez Güç Çeker

Eşyanın tabiatında güçler, çekici birer merkezdirler. Allah'tan başka hiçbir güç, kendi başına tam bir güç değildir. Sonradan tahsis edildiği için, varlığı bir etkileşim içinde diğer varlıklarla kaimdir. Böylece kainattaki irili ufaklı varlıklar birbirini tamamlar. Öğrendiğimiz ve bildiğimiz güneş sistemi de kainat nizamı içinde, daha nice güneş sistemlerinin birer parçası halinde sonsuzluğa kadar giden, aklın ve hayalin alamadığı bir mevcudatı oluşturmaktadır. Bir değil binlerce güneş sisteminin var olduğunu düşünecek olursak, her biri kendisine bağlı hareket eden sayıyla ifade edemeyeceğimiz nice milyarlarca yıldızlar birer uydu olarak, merkezlerini oluşturduğu güneş sisteminin de gücünü bize göstermektedir. Güç merkezdedir. Merkez de güçtür.

Dünyayı yönetenler ise, ne Amerika, ne Rusya ne de Çin'dir. Dünyayı yöneten asla denetlenemeyen insiyatifli ailelerdir. İnsiyatifli ailelerin, ırkı, cinsi, dini, imanı yoktur. İnsiyatifli ailelerin tek bir güç olarak sadece varlıklılarını sürdürmekten başka bir dertleri yoktur. Dünya düzenine bakarsak eğer, sevgi, şefkat, merhametin olmadığı, barış, huzur ve mutluluğun olmadığını görebiliriz. Hakkaniyetin olmadığı, zulmün hüküm sürdüğü, barışın olmadığı, savaşların sürdüğü, itidalin olmadığı, anarşi, terörün bir veba salgını gibi insanlığı tehdit ettiği, hormonlu hirbit tohumlarla genlerin geliştirilip, insanların bile klonlanarak kopyalanabilecek bir hilkat garibesi yaratıkların oluşturulabileceği bir bilim dünyasının hezeyanlarını görebiliriz. Yörüngesinden fırlayan bir gezegenin yörüngesinden çıkması, freni patlayan bir kamyonunun frenlerinin tutmaması kainat ve insanlık için ne büyük felaketlere ve facialara sebep olabileceğini düşünmeden edemiyoruz. Dünyayı insiyatifli ailelerin pay etmesi değil, kazanımlarımızı adilane olarak paylaşmamız durumunda ancak başımıza gelebilecek felaketleri durdurabilir ve önleyebiliriz. Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir hissenin pay edilmesi demek, binlerce kişinin bir kişiye ram olması demektir. Köle olması, parya olması demektir. İnsanları sömüren böyle bir güç kontrol edilemeyen bir güçtür. Kontrol edilemeyen ve denetlenemeyen güç, güç değil ancak felakettir. Her felaket zincirleme olarak bütün felaketleri tetiklemesi kaçınılmazdır.

İnsan yeryüzünün halifesidir. Bu sorumlulukla doğru yolda, hep birlikte, bir ahenk içinde kula kul olma değil, Allah'a kul olma bilincinde yaşanan hayat ancak "Asrı saadet"tir. Asır saadet varsa adalet ve hakkaniyet vardır. Zulüm yoktur. Asrı saadet varsa, sevgi, şefkat ve merhamet vardır. Anarşi ve terör yoktur. Asrı saadet varsa rahmet ve bereket vardır. Açlık ve kıtlık yoktur. Asrı saadet varsa barış ve kardeşlik vardır. Savaş ve düşmanlık yoktur. Bu dünya sevgi üzerine yaratılmıştır. Sevgi var olma özümüzdür. Sevgiyi korumak, yaygınlaştırmak demek en büyük gücü gönlümüzde taşımamız demektir. Ancak bu şekilde Allah'a dayanan, peygamberini rehber edinen insanlık, insanlığı yok edecek ve felaketleri tetikleyecek kontrolsüzlüğü kendi yapısı içinde asla barındırmayacaktır. Tam aksine huzur, mutluluk, rahmet ve bereket olacaktır. Çünkü güçlülerin değil, haklıların güçlü olduğu bir merkez, inanarak, inandığını yaşayarak, severek ve paylaşarak oluşur. Bu sadece insanlığın bir ve birlik olması değil; bütün yaratıkların tek bir yürekte Allah sevgisiyle ve sonsuz bir güçle atması demektir. Bunun adı İslamiyet, bunun adı müslümanlıktır.

Profösör

9 Nisan 2012 Pazartesi

Resim Çizerken Yüreğimizde Hissedelim



Bir çiçeğin varlığından haberdar olmak için en başta kokusunu hissetmemiz gerekir. Çiçeği görmemiz gerekmez. Onun kokusunu, içimizde, ruhumuzda, özümüzde bütün hücrelerimizle hissetmeniz ve benliğimizde yaşamamız ve yaşatmamız gerekir. Bir çiçeği tarif ederken önce kokusuyla ilgili bir tarif yapmalıyız. Bir çiçeğin mutlaka şekli, şemali ve renginin de kendine has değeri olacaktır. Bunu tarif etmek için kendisini oluşturan yapraklarının şekli ve renklerini kolaylıkla belirleyebiliriz. Çiçeklerin görsel güzellikleri gözlerimizle algılayabiliriz. Oysa koklama algısı insanın kimyasını değiştirebilecek kadar da etkilidir. Çiçekler koklamak içindir. O halde çiçeklerin kokusunu anlatmak için en başta başvurduğumuz argüman, koku skalasıdır. Öyle bir skala ki; bazen bir çiçeğin kokusunu tarif ederken, "Biraz kavun kokusu, biraz fesleğen kokusu, biraz da zambak kokusu karışımından oluşan nevi şahsına ait bir koku olarak tarif ederiz.

Bir meyveyi tarif ederken de şekil şemali, rengi ve kokusunun yanında özellikle tadı anlatılmalıdır. Çünkü meyve bir yiyecektir. Meyve yenir. Elbette meyveler görselliğiyle, kokusuyla insanı celbeder ama, tadı da bizim kimyamızı değiştirebilecek kadar güçlüdür. İlk kez ülkemize gelen ve sonradan ülkemizde de, yetiştirilmeye başlanan kivinin tadı, birkaç meyvenin tadının bileşimi olarak karşımıza çıkmıştı. Böylece ilk olarak tanıştığımız çiçekler ve meyveleri şekli, renk, koku ve tatlarıyla anlamaya ve anladığımızı da anlatmaya çalışırız. Bütün varlıklar böyle değil midir? İnsan olarak bizlerin de birbirimize benzer taraflarımız vardır. Biz benzer taraflarımızla insanlık olarak birer ortak payda olan insanlığımızda buluşuruz.

Tabiatta bir çiçeğin, bir meyvenin ve bir de insanın anatomisi eğer karakalemle çizimi yapılırsa bu sadece çizimle kalmaz.. Çiçek, meyve, insan şekil, renk, koku, tad ve varlığında bulunan bütün değerleri hissedilerek çizilirse, bu bütün değerler çizilen resme bakıldığında olduğu gibi hissedilir. Limon dediğimizde ağzımız nasıl ekşiyip sulanıyorsa, hanimeli çiçeği, mum çiçeği, gül, fesleğen kokusu da konuşulurken bile kokularını ruhumuzla hissederiz. O halde herkes resim yapmaya bir çiçekten, bir meyveden ve insan anatomisinden başlayabilir. Herkes resim çizmeye karakalemle başlayabilir. Herkes bir objeyi hayal ettiği gibi tasarlayabilir. Resim çizerken yeterki yüreğimizde çizdiklerimizi hissedelim. Herkes ressam olabilir.

Profösör

7 Nisan 2012 Cumartesi

Mehmet Akif Küçücük Bir Çocuktur


Bir çocuk için dünyaya bakış nedir acaba?. Bir çocuk için dünya tozpembe midir acaba?. Bir çocuk için süt dolu bir anne, sıcak bir kucak, bir küçücük öpücük yeter mi acaba?.. Bir çocuk sevgi, şefkat ve merhameti annesinin özünde bulur. Karşılıksız fedakarlığı annesinin sevgisinde bulur. Bir çocuk masumiyetini annesinin kucağında bulur. Bir çocuk kendisi için değil, annesi için ağlar. Annesi için, içini çeke çeke ağlar. Annesi için hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra ağlar. Bir çocuğun gülüşü bütün tomurcuk çiçekleri açar. Mehmet Akif tam bir buçuk yaşında bir çocuktur. Anne der, baba der, dede der, anneanne der, hala der, amca der, teyze der.. Mehmet Akif saçını gösterir, kaşını gözünü gösterir, kulağını gösterir, ağzını gösterir, dişini ve dilini gösterir. Mehmet Akif göbeğini gösterirken muzip muzip gülmesini de bilir. Hatta göbeğini kaşıyabilir.

Mehmet Akif günden güne büyüyor. Gelişiyor. Farklılaşıyor. Dünyaya olan ilgisi ve merakı sayesinde kendi varlığının da farkındalığına varıyor. Mehmet Akif küçücük bir çocuktur. Mehmet Akif dedesinin de biricik torunudur.

Profösör

2 Nisan 2012 Pazartesi

Rızkı Veren Allah'tır

Bizim dünyaya olan düşkünlüğümüz nedir diye, zaman zaman düşündüğümüz olmuştur. Dünyaya gelişimiz bizim elimizde olmayan bir gerçektir. Doğuşumuz nasıl bizim elimizde değilse, ölüşümüz de bizim elimizde değildir. Bu iki çizgi arasında, ister bebeklik olsun, ister çocukluk olsun, ister gençlik ve yaşlılık anlarımızda olsun mutlaka başkalarına ve bütün toplumun potansiyeline gereksinim duyarız. İnsan toplumsal bir varlıktır. Kendisi olduğu kadar aynı zamanda toplum için vardır. Çünkü her insanın kendisine düşen toplumsal görevi kendi varlığıyla kendine düşeni yapmalıdır.

Kimimiz terzilik yapar kişilerin elbise ihtiyacını gideririz. Kimimiz fırıncılık yapar kişilerin ekmek ihtiyacını gideriz. Kimimiz öğretmenlik, kimimiz, mühendislik, kimimiz doktorluk yaparak hizmet ederiz. Bu hizmet bir bütün olarak insanlığın onurlu bir şekilde hayatını devam ettirmesi için zaruri olan bir sorumluluktan kaynaklanmaktadır. Bir insan kendisi için ihtiyaç duyduğu bu gereksinimlerin hepsini karşılaması mümkün değildir. Bu da mümkün olmayacağına göre, kendisine düşen sorumluluklarla bir hayat anlayışını benimseyerek idealize etmesi gerekmektedir. Demek ki; herkes birbiri için hayatını tamamlayan birer unsur halinde varlıklarını sürdürürler. Sağlıklı insanlarımız olduğu gibi, sağlıksız, durumu kötü ve düşkün insanlarımızın da, diğer insanlarımızın sevgi, şefkat ve merhameti altında, onurlu bir hayat sürdürmeleri hakkı vardır.

Bu dünyada aslında bizi bağlayan ne mal, ne ıyal, ne evlad, ne şöhret, ne makam ve mevki vardır. Bu dünyaya gelişimiz, bu dünyadan gidişimiz içindir. Bu dünyada bal, börek yiyerek, lüks ve şaşaa içinde yaşayan da vardır. Bu dünyada bir hırka, bir lokma kuru ekmekle hayatını şükrederek idame ettiren de vardır. Sonuçta rızkı veren Allah'tır. Kuşların da insanlardan farklı yönü bariz olarak, makam, mevki ve para gibi hırsları olmamakla birlikte, dünyevi kaygıları da yoktur. Kuşlara, kurtlara da rızkı veren Allah'tır.

Profösör
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...