İzleyiciler

27 Aralık 2014 Cumartesi

Özgürlük


Engin denizlerde özgürce yaşamak varken, bir poşet suda boğulmak ister mi ki balık. Bir kavanozda, ya da bir akvaryumda tutsak bir balık, özgürce yaşayabilir mi sizce!.. Dar bir mekanda volta atmak gibidir akvaryumda yüzmek. İnsanın da vardır tutsaklıkları. Balıklerı, kuşları tutsak eden tutsaklıkları. Günahlarına tutsaktır insan Allah'a kul olmadıkça. 
Profösör

25 Aralık 2014 Perşembe

Hastahanede Grev Var!..


Devlet vatandaşına daha iyi hizmet verebilmesi için her türlü argümanı kullanabilir ve bir çok mekanizmaları devreye sokabilir. Özel sektörle de çalışabilir. Bunu yaparken de devletin ve milletin menfaatini göz önünde tutar. Burada dikkat edilmesi gereken hizmetin sağlıklı sürdürülmesi ve vatandaşlar tarafından memnuniyet verici olmasıdır.

Devlet özel sektörden hizmet satın alırken, bütün sorumluluğu özel sektöre yıkmamalı, aynı zamanda hizmet veren ve hizmet alanın haklarını koruyarak, vatandaşı da mağdur edecek bir hak ihlali içinde yer almamalıdır. Devlet özel sektöre iş verirken, hizmetin aksama olasılığını dikkate alacak, ve bu olasılığı ortadan kaldıracak yasal düzenlemeyi de yapmalıdır. Herşeyi taşeron firmaların insafına terketmemelidir. 

Bugün devlet hastanesine gittiğimde, Nükleer Tıp Bölümü'nden on gün önce çektirmiş olduğum sintigrafi sonuçlarımı sekreteryadan alırken dikkatimi çeken bir husus vardı. Bu bölüme gelen hastalar geriye çeviriliyordu. Grevin olduğunu öğrendim. Taşeron firmanın hastanede çalışan elemanları birkaç aydır maaşlarını alamamışlardı. Özellikle sağlık kuruluşlarında grev olması ve bundan dolayı hizmetin durması anlaşılır gibi değil. O kadar sağlıkta reform  yapıldığını söylesek de, bunun hiçbir  izahı yok. Devlet taşeron işçi çalıştırsa da, hizmet hiç bir surette aksamamalı. Devlet taşeron firmayı sürekli  denetim altında tutmalı ve taşeron firma da devletten aldığı paraıyı tahsil ettiğinde, önce çalıştırdığı işçilerin maaşını zamanında ödemelidir.   Bu suretle taşeron olarak çalıştırılan işçilerin hakkı korunduğu gibi, bunun yanında   vatandaş ve hastalar da, katiyyen mağdur olmayacaktır.


Profösör

23 Aralık 2014 Salı

Padişah Atının Nalında Bir Çivi Olmak


Bir projenin başarılı olması, ondan verim alınması ve onun akamete uğramaması için, o her aşamasında kontrol edilmesi ve sağlamasının yapılması gerekir. Bir projenin irili ufaklı öğeleri vardır ki, bu öğelerin büyüklüğüne ve küçüklüğüne bakılmaz. Her öğenin işlevselliği önemlidir. Bir duvar örerken bile büyük taşların yanısıra küçük taşlara, nasıl gereksinim duyuluyorsa büyük bir projede, küçük diye nitelendirdiğimiz değerler bazen projnin can damarı olabiliyor.

Büyüklük ve küçüklük, çokluk ve azlık kavramları belki matametiksel olarak birbiri arasında mesafeli ve orantılı bir değer ifade edebilir. Bu değerleri kullanırken birbirine olan mutlak gereksinimlerini düşününce, birbiri için olmassa olmaz bir değer ifade ettiği gibi, birbirinden farklı her öğe büyük bir projenin, bünyenin ve oluşumun olmassa olmazları olur. Onun için değerler izafidir.

Diyelim ki sosyal medya hesabınız var. İnstagram sizin için çok önemli ve hayati bir değeri var. İşinizin büyüyüp gelişmesinde bir nevi lokomatifi. Bu hesaba gireceğiniz her paylaşım istediğiniz beğeniyi almayabilir. Bu sonuçla bu paylaşım pek beğeni almadı diyebilir ve üzülebilirsiniz. Fakat onu beğenen on kişinin referansı bile belki de yüz kişinin beğenisinden daha önemli bir değer ifade edebilir. Zaten her gün aynı karekteri taşıyan veri yüklemeniz doğru olmaz. İnstagramda, reel hayattaki gibi sıradan günlük hayatı yaşayanla, daha elit ve mazbut yaşayan toplumun bireyleri eş değer tutulamaz. Beş parmağın her biri birbirine benzemediği gibi beş parmağının da işlevleri aynı değildir. Hepsi de bir şeyi tutup kavramaya yarar. Beş parmak bir ele, el bir kola, kol ise ana yapıya hizmet eder.

Hayati öneme haiz bir savaşı kazanmak bazen geri çekilmek ve nefes almak güç toplamak anlamına gelir. Bunun yanında bir çivi ne işe yarar demeksizin onun varoluş önemini ve işşlevini kavramamız gerekir. Bir çivi atın ayağındaki nalı tutar. Bir nal atın yürüyüş  dengesini sağlar. Bir at da üzerindeki süvarisini yel gibi uçurur, gideceği yere kadar götürür, onu kaf dağından aşırır. Eğer o süvari cihan devletinin padişahı ise bir çivi  onun attan düşmemesini sağlar. Bir çivi  cihan devletini yeni fetihlere taşır;  Onun düşman orduları karşısında muzaffer ve yenilmez kılar. 

Profösör 


22 Aralık 2014 Pazartesi

Ölürken Gülümseyen Adam




İnsan ne garip bir varlıktır diyesi geliyor kendi kendine insanın. Her insan doğarken ağlıyor, buna karşın bazı insanlar da ölürken gülümseyebiliyor.  Dünya hayatına alıştıkça, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan, ömrünü çarçur ettikçe ölümden doğal olarak korkuyor insan. Doğal olarak bu tür insanların ölüm hali de pek içaçıcı olmuyor sanırım. Oysa ömrünü çile içinde geçirmiş, yanarak pişmiş, ömrü boyunca bütün zamanını iyiliklerle geçmiş, gülümsemeyi, gönül almayı  insanlık ve vicdan borcu olarak benimsemiş olan bir insan, ölüm döşeğinde bile olsa gülümseyebiliyor. Onlardan birisi de bende inanç ve umuda yönelik izler bırakan,  inançlı bir ihtiyar adam. İyilik yaptıkça gülümseyen, gülümsedikçe iyilik yapan sıradan bir müslüman. O bu fane dünyadan göçüp gitse  de ömrüm boyunca benimle birlikte yüreğimde yaşayacak olan bir insan.

Hüzünlü bir ortamda buluyorum kendimi bir an. Demek ki vakit tamam. Bir tarafta başı beyaz sarıklı, siyah sakallı genç bir hoca yere diz çökmüş halde, elinde kara kaplı mushafı, etrafında halka yapmış  beyaz takkeleriyle talebeler  huşu içinde, Kur'an okunuyor evde. Diğer tarafta yerde döşek, ölüm döşeğinde ihtiyar adam ölmekle ölmemek arasında duran bir çizgide. Beyaz sarıklı hoca okumasını bitirir bitirmez yerde sabit yatan, hiç kımıldamayan, ihtiyarın kulağına eğilip bir şeyler fısıldıyor. Belki de  "Kelime-i Şahadet"i getirme vakti diyor. sessizce. Ölüm döşeğinde hareketsiz yatan bu yaşlı adamdan, "Şuur içinde ölüyorum" diyen cümlesi dökülüveriyor titrek dudağından. Bir de ne görelim;  rengarenk bir kelebek bütün canlı renkleriyle odaya giriveriyor,  odanın içersinde ahenkle ve rakseder gibi bir dönüş yaptıktan sonra, bütün renklerini bize bırakıp, pencere camından çıkıp gidiveriyor. Sonra yaşlı adam; kirpiklerini kırpıştırarak son bir kez bu fani dünyaya gözlerini tebessümle açıp kapatıyor. Sanki kuş gibi hafifliyor, kelebek gibi uçup gidiyor.  Huzur içinde ruhunu O'na teslim ediyor.

İlk kez böyle bir ölü evindeyim. Huzur içinde ölen ihtiyar adamın arkasından hiç bir ağlaşma hiçbir  yok, sızlaşma yok; sadece her yeri kaplayan derin bir hüzün var. Ona bakılırsa asıl hüznü ben yaşıyorum onu özleyen yüreğimde. Dünyayı terkederken bile gülümsemesini esirgemeyen ihtiyarı özlüyorum. Sağlığında hiç düşürmediği dilinden "İyilik yapın, iyilik bulun" cümlesi dudağından dökülürken bile,  kelebek kanatları  gibi kırpıştıran kirpiklerini anımsıyorum.  

O benim için  bir inaç, bir umut ve bir tebessüm mektebiydi. O benim için tutunacak bir dal gibiydi. O geçmişle geleceğin sanki bir anahtarıydı. O kinden kibirden arınmayı bilen bir insandı. İşte o ihtiyar adam, bana harfleri ilk öğreten,  benim biricik sevgili hocamdı.  

Profösör

19 Aralık 2014 Cuma

Yılbaşı Hediyesi


Sabah sabah karga kahvaltı yapmadan evimizin telefonu çalıyor. Ahizeyi kaldırdığımda sanki şehirlerarası otobüs terminallerindeki anons yapan spikerlerin sesine benzer bir üslupla "Beyefendi iyi günler; Karedeniz tekneler turundan arıyorm sizi" diyor. Ben de kalın ve tok bir sesle, bir o kadar artistik bir eda ile "Mersi bokuuu!.." diye karşılık veriyorum karşımdakine. Karşımdaki hanımefendiye gülme krizi tutuyor. Bir müddet sonra gülme krizi geçince, ahizenin ucundaki ses, ciddiyetini takınarak  gayet kibar bir şekilde; "Beyefendi size dört sorum olacak, bilirseniz, Boğaz'da eşinizle birlikte tekne gezisi kazanacaksınız. Buna ilaveten de bir haftalık beş yıldızlı otelde tatil yapma fırsatı kazanacaksınız" deyince, ben de gayet nazik bir şekilde " Bizim tatil kültürümüz yok." diyerek teşekkür ettim hanımefendiye. O da "Çok hoş!.. Ben teşekkür ederim" deyip telefonu kapatıyor.

Pazarlamanın bir başka çeşidi de, sahibinden izinsiz, bir yerlerden  data halinde  satınaldıkları telofoları bir bir arayarak sözüm ona "yılbaşı"nı pazarlayacaklar bize. Tanımadığım ve bilmediğim bir telefona nasıl güvenebilirim. Millet bu kadar aptal mıdır ki; üstelik, evi ve mahremi aranıyor, bunu da  anlamak mümkün değil. Diğer taraftan tatil kelimesi o kadar cezbedici hale getirilmiş ki; inandığımız değerlere taban tabana zıt bir kültür. Oysa bizde seyahat kültürü var. Sılayı rahim var. Ziyaret var. Dostlarla buluşmak, dertleşmek, hemhal olmak varken tatil de neyin nesi!.. Öyle değil mi!..

Harf devrimi yapıldı ama, bu bir anlamda bana göre bir dil devrimiydi. Bir zihniyet değişimiydi. Kelimeler mecraından saptırıldı. Hem az kelimeyle çok şey ifade etme imkanını kaybettik, hem de çok kelimeyle polemik yapmaktan öteye gidemedik. Toplum olmaktan ve ortak değerleri paylaşmaktan çok, bireyleştik. bencilleşmeyi de özgürlük sandık. Birbirimizden koptuk ve yanlızlaştık. O halde şimdi bu kaostan kurtulmanın ve milli değerlere sarılmanın, öze dönmenin vakti. Onun için ne tatil yaparım, ne de yılbaşı kutlarım. Ne yılbaşı hediyesi veririm, ne de yılbaşı hediyesi alırım!.. Bundan sonra bütün değerlerin insanı insan yapan, insanı bencillikten kurtaran, insanı şuurlandıran, inanca ve zihniyete göre şekillenmesini isterim.

Profösör

9 Aralık 2014 Salı

Edepli Bir Söz


"Söylersen doğruyu söyle, aksi takdirde sus" diye bir atasözümüz vardır. Doğruyu söylemek Haktandır. Yalan yanlış konuşmak insanın itibarını düşürür. Zaten yalanla yola çıkılmaz, "Yalancının mumu yatsıya kadar yanar" sonrası malüm; zifri karanlıktır. Karşılıklı konuşmalarımızda yeri gelir muhatabımıza "Boşboş konuşma" ya da "Cahil cahil" konuşma diye çıkışlarımız olur. Eğer konuşursak Haktan yana olacak. Bir taraftan da,  "Konuşmak gümüş ise, susmak altındır" sözünü hatırlamamız gerek. Onun için bir konuşursak iki susmalıyız. Yani konuşmadan önce konuşacağımız kelimeleri iyi tartmalıyız. Dil yarası hiç bir şeye benzemez. Acısı dinmez. Bazen bir söz idamlık gibidir. Asılmasan bile toplum gözünde infazlıktır.

Söz söyleme bir anlamda konuşma sanatıdır. İletişimdir. İletişim sanatları sadece hitabet ve tutuk atmak değildir. Yazmak, çizmek, resmetmek, oynatmak, yontmak, hatta beş duyuya hitab eden iletişim sanatlarının bütünüdür. Haktan yana iletişim kurmanın ve Haktan yana sanat yapmanın tek disiplini etik değerlerle buluşmaktır. Karşılığı estetiktir. Etik değerlerin menşeği de mesnedi de  edebtir. Edebten yola çıkarak söz söylemenin sanatsal karşılığı edebiyattır. Edebiyat edebe dair yapılan sanatsal eylemlerdir. Sadece söz söyleme değil, yazma, çizme, fotoğraf ve diğer bütün sanatların ana disiplinidir. Bugün şiir, roman, hikaye, piyes, deneme gibi eqdebi türler olarak bildiğimiz çalışmalara, edebi olan her tür resim, mimari, yontu, musıki,  tiyatro, sinema, gibi güzel sanatlar da edebiyatın emrindedir. Kendi geleneksel Osmanlı sanatlarımız olan, hat, ebru, çini, tezhib, gölge oyunları, oymacılık, kukla, meddahlık gibi sanatları  da aynı değerler içinde müteala etmemiz gerekir. 

Madem ki edeb ve edebiyat dedik; Haktan ve hakikatten yana edebe dair, estetikle buluşmuş  ne kadar sanat disiplini ve ekoller varsa o kadar medeniyetimizin temelleri güçlü demektir. O kadar adalet ve ahlak ölçeğinde insani ve vicdani değerlerimiz var demektir. O kadar muhabbet ve ünsiyet toplumumuzda hissedilir demektir. O kadar aşk ve meşk var demektir. Edepli bir söz, edepli bir resim, edebli bir yontu, edebli bir mimari, edepli bir musıki iliklerimize kadar işler, bizi kendimize getirir. Bizi buluğa eriştirir, olgunluğa götürür. Bizi belağatla buluşturur. 

Söz ola ki; Hakkı söyleye... Göz ola ki; Hakkı göre... 

Profösör

7 Aralık 2014 Pazar

Tebessüm Yüreğini Açmaktır


Beş yaşında bir çocuk istiyor anlaşılmak... Onun en güçlü silahı ağlamak da ağlamak. Bir profösör amca, istiyor onu anlamak. Dedi çocuğa var mısın benimle oynamak. Çocuk omuz silkti birden; Sen düşünüyorsun beni kandırmak. Amca anlıyordu çocukların dilinden.  Çocuğa duvarlara resim yapabilir, çizebilirsin dedi. Çocuk bu söze karşı birden irkldi; kendisini anlayan bu insan bir ilkdi. Sonra ağlamayı sızlanmayı kesti; yüzünde gülücükler beliriverdi. 

Çocuk düşündü; evde duvara resim çizmek yasaktı. Masayı çiziktirmek azardı. Resim bir kağıda ya da bir deftere çizilir; duvar da masa da kirletilmezdi. 

Aslında çocuk ağlamakla, sızlanmakla kendisini anlayacak birini arıyordu. Annesi ona yeter artık zırlama dese de. O inadına temposunu arttırıyordu. Profösör amca istersen duvarlara resim çizebilirsin demesi, bir nevi  anahtar kelimeydi. Kendisiyle oynayacak, eğlenecek bir amca buldu. Kağıtlara resimler yapıldı. Resimler boyandı. Duvarlar yine tertemiz kaldı. Önce amca çocuğu anladı, çocuk da amcasını anladı. Çünkü amcası ona yüreğini açmıştı. 

Profösör

Kendi Medeniyetimiz İçin Osmanlıca


Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim evlerimizin duvarlarında asılı duran, sadece ölülenimizin arkasından okunan bir  kitap olarak algılandığıda,  hayatımıza yön veremiyorz; doğru yolda yürüyemiyoruz ve Allah'ın sevgili kulu olup, Allah'ın rızasını kazanamıyoruz demektir.  Osmanlı türkçesi bizim medeniyetimizin birinci basamağıdır. Osmanlı türkçesini öğrenmek demek, mezar taşlarını, çeşme taşlarını okumak demek değildir. Bundan da öte, bir zihniyet değişimidir.

Osmanlı bakiyesi nereden nereye geldiğimizin bir sır küpüdür sanki. Gerek Türkiye'de gerek Osmanlı hakimiyeti altındaki coğrafyada bulunan ülkelerdeki arşivlerde, kütüphanelerde, müzelerde milyonlarca eserin, vesikanın ve belgenin hala günümüze aktarılması bekleniyor. Türkiye ve dünya tarihini ilgilendiren bu saklı  belgelerin gün ışığına çıkmasıyla gelecek neslimizin insanlık rotasını yeniden belirleyecektir. 

1928 Harf inkılabıyle bir gecede toplum cahilleştirildi ve karanlığa gömülmek istendi. Latin harfleriyle arapça, farsça kökenli kelimeler katledildi. Ne doğru  yaızlabildi, ne de doğru telaffuz edilebildi. Mahreçler yok edildi. Sonra konuşulan türkçeye öztürkçe zerkedilerek, sözüm ona bütün yabancı kelimeler yerine uydurukça kelimeler türetildi. "Subay mubay, bayan mayan"la başlayan, sonra "ulusal düttürü, tin, tittin" gibi kelime ve  tabirlerle türk toplumu ne yazık ki yozlaştırıldı. Oysa bütün latin kökenli  yabancı kelimeler hayatımıza  yön verildi. Batı kültür sömürgeciliği ister istemez iliklerimize kadar işledi. Sonra giyim kuşam, yeme içme alışkanlığı da batı taklitçiliğiyle bu güne kadar sirayet etti. 

Bir lisanı yok ederseniz bir milleti yok edersiniz. bir lisanı yok ederseniz, o milletin bütün değerlerini yok edersiniz. O milletin inancını, umudunu ve ahlakını yok edersiniz. Özgürlüğünü elinden alıp, batı taklitçisi bir maymuna çeviririrsiniz. Bugün divan edebiyatına ve tasavvuf edebiyatına vakıf kaç münevverimiz var!. Bugün kaç kişi basit bir osmanlıca türkçesiyle yazılmış "Nutuk"u okuyabilir ve anlamına vakıftır!.  Artık yeniden uyanışın ve dirilişin zamanıdır. Yeni Türkiye'nin rotası kültür devriminden ve yeni medeniyet tasavvurundan geçiyor. Osmanlıca öğrenene, bilene. özümseyene gelecek var. Umut var. Çünkü özünde inanç, adalet, insanlık ve vicdan var. 

Osmanlı türçesiyle bundan böyle  zihniyet değişimi yaşanacak ve bu bilinç hareketi dalga dalga yayılacak. Bir ressam günlüğünü osmanlıca tutacak,  bir siyasetçi mektubunu osmanlıca yazacak, bir talebe derste not alırken  osmanlıcayı  steno olarak kullanacak.  Görün bakın daha neler olacak!.. Hiç kimse zorlanmayacak. Düşünebiliyor musunuz; bir gazeteci Osmanlı tarihini bilimiyor. Batının terceme ettiği ve Batıdaki imparatorluklar gibi Osmanlıyı "sömürgecilik" anlamını taşıayn "Osmanlı imparatorluğu" tabirini bir kurumsallık olarak cumhuriyet  toplumuna yutturuluyor. Bu zokayı şu an bile nice aydınlarımız, siyasetçilerimiz ve dil bilimcilerimiz bile yutabiliyor!.. Onun için kendi kültürümüzü ve medeniyetimizi bileceğiz ki; hak ve adalet hakim olsun, insanlık huzur bulsun.

Profösör

6 Aralık 2014 Cumartesi

Kırmızı Balık


Olta balığı olmak istemem. Eninde sonunda ateşte pişmek var. Bir süs balığı olmak, kırmızıya boyanmak isterim. Bir camekanlık, bir kavanozluk özgürlüğe evet derim. Bir fanusta ne kadar nefes alabilirsin; bir akvaryumda ne kadar cilve yapabilirsin. Kaderde balık olmak varsa, istersen balinada yaşayabilirsin. Bu dünya tatminsiz bir insan için zindandan beter olmalı. Bir kul zikrettikçe, şükrettikçe bu dünya cennet olmalı.

Proösör


5 Aralık 2014 Cuma

Osmanlıca "Yeni Türkiye" Mefkuresidir



Milli Eğitim bakanlığı tarafından düzenlenen "19. Milli Eğitim Şurası"nda, alınan tarihi bir kararla Osmanlıca zorunlu bir ders oluyor. Osmanlıca dersledi başta Türk dünyasında olmak üzere, büyük bir yelpazede domino etkisi yaratacaktır. Hele zorunlu Osmanlıca derslerinin  Milli Eğitim müfradatlarındaki yeri, aslımıza ve özümüze dönmenin bir mefkuresi olarak algılanacaktır. Emperyal güçlerin tasallutundan kurtulmanın ilk adımı bu olsa gerek.  Gerek latin alfabesini, gerek kril alfabesini bir devrim olarak kabül etmiş devletlerin nasıl bir yozlaşma içinde oldukları aşikardır. Alfabe bir toplumda inancın ve uygarlığın bilinçaltı kodlarıdır. Önce milletin yazı dilini yok edeceksiniz, sonra da kültürünü yozlaştırarak onu soytarıya çevireceksiniz ki; lokma lokma bölünsün, kıyım kıyım kıyılsın. Böylece güçsüz ve besnedsiz kalsın. Sömürgeci devletlere esir olsun, taklidçi maymunlara dönerek köleliği bir kader olarak benimseyebilsin.  Türkiye'de Osmanlıca derslerinin önemi, Osmanlı medeniyetinin insana verdiği  İslami değerlerle ifade edilebilir. Devletin görevi insanı yüceltmek, milletin görevi de devletini ilelebed yaşatmaktır. Osmanlı değişik inançtan, mezhepten, meşrepten tebalarını bir arada mutlu mesud yaşattıysa eğer; onun adalet anlayışındandır. İslam'ın hoşgörüsünü insana, hayvana ve çevreye yansıtmasıdır. Böyle bir anlayışın da sıradan bir insanın dünya görüşüne bile etkisi bugünkü paradigmaya göre sanki anlaşılmazdır. Osmanlıda kışlık kuru odun edinmeye giden bir köylünün ormana giderken baltasını bezle sarması, onu yaş ağaçlardan gizlemesi, İslami ve vicdani bir duyarlığın izahıdır.

Osmanlıca dersleri demek; öz türkçenin yanında arapçanın, farsçanın hatta diğer etnik dinlerin ve anlayışların telaffuz ettiği kelimelerin bir arada bulunması ve birbirleriyle aynı cümlelerde buluşması demektir. Yeni Türkiye demek insanlık değerleri demektir. Dini dili, ırkı, kimliği, kişiliği ne olursa olsun insanlık değerleri demektir. Yeni Türkiye demek, Türki cumhuriyetlerden Ortadoğuya, Kuzey afrikaya, İran, Pakistan, Afganistana uzanan bir kültür platformu demektir. Endenozya, Malezya, Filipinlere selam demektir. Bir kişi de olsa, üç kişi de olsa küçük mazlum küçük toplumların nefes aldığı bir özgürlük demektir. Almanya'da, ingiltere'de, Fransa'da, Amerikada'ki İslam ve Türk topluluklarının gülümsemesi demektir. 

Osmanlıca dersleriyle toplum aydınlanacak ve bilinçlenecektir.  Çünkü Osmanlıca sadece bir milletin ve bir ırkın değil, tam aksine  bir cihan dilidir. Bütün insanlığı içine alan, bir birleştiricidir. Bunun için Yeni Türkiye mefkuresi, bir insanlık mefkuresidir.

Profösör

1 Aralık 2014 Pazartesi

İyilik Tebessümle Başlar


Bir arkadaşımız "Napoli'de küçük bir kafedeyim. 2 müşteri geldi. "5 kahve, 2'si bizim için diğeri askıda". 5 kahve ödeyip 2 tane aldılar. Askıda kahve nedir, diye sordum. Garson bekleyin ve görün dedi. Başka müşteriler geldi. 2 kız kendi içtiklerinin parasını ödeyip gittiler. Bir süre sonra 3 avukat geldi. 7 kahve dedi, 3'ünü içtiler ve 7 kahve parası ödediler. Biz konuşmaya devam ederken bir süre sonra fakir bir adam içeri girdi. Nazik bir ses tonuyla, hiç askıda kahveniz var mı, diye sordu. Napoli'de insanlar bu şekilde birbirlerine görmeden kahve ve hatta yemek ısmarlıyorlar.." diye bir anısını paylaşmış sosyal medyada.

Nerede olursak olalım, hangi inançta olursak olalım  insanlık ölmemiş daha diyebiliriz.  Bu tutum insanlık değerlerinden kaynaklanmıyor. İnsanı sevmek, onun onurunu düşünmek için her insanın yapacağı bir şey vardır. Bunu kültür haline getirmek de kanıksanacak ahlaki değerlerdir. Japonya'da sabahları işe giden insanlar birbirlerine,  "Sabah çorbanı içtin mi" şeklinde sormaları da bir insanlık sorumluluğudur. Osmanlıda da "Sadaka taşı" kültürü insanlığın bir başka örneğidir. Sadaka taşlarına durumu iyi olanlar tarafındanh nakit akçeler konur, durumu zayıf olanlar da giderler sadaka taşından ihtiyacı kadar  konulan paradan temin ederlerdi. Sadaka taşıyla durumu zayıf olanın arasında mahremiyete önem verilirdi. Buraya kim uğrar kim uğramaz özellikle saklı kalır, bunu da  Osmanlı yine insanlık onurunu  düşünerek yapardı.

İnsana, evrene ve ötesine bir tebessümle bakmak, varlığını onların varlığıyla değer bulduğu idrakine varmak gerekir. Bir kez ebessüm yansırsa bütün çehrelere yüzler cemalleşir. İyilik yapmaya, iyilik görmeye hazırız demektir. Çünkü iyiliğin başlangıcında tebessüm var. Tebessüm eden herkes iyilik yapabilir ve iyilik yapabilme melekesine sahiptir.

Profösör
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...