Bebeklikten çocukluğa geçiş dönemlerimi anımsadığımda, oyun
oynamanın zevkini de tatmaya başlamıştım. Oyun oynamaktan büyük bir keyif
alıyordum. Çocukluğumun verdiği keşif ruhuyle, adeta evin her yerini
karıştırıyor, çıkılmayacak ne kadar yerler varsa hep oralara tırmanıyordum.
Yapma, etme denilen bir şeyin tam aksini yapmak, büyüklerimizin kızması o zaman
çocuk olarak beni katıla katıla güldürebiliyordu.. Gülmenin ve kızmanın ne
olduğunu da keşfediyorduk. Duygu, düşünce ve davranışların hangisi iyi, hangisi
kötü, hangisi güzel, hangisi çirkin; doğruları ve eğrileri bir çocuk aklı ile
belki de karıştırıyordum. Aslında öğrenmenin ve terbiye edilmenin tam vaktiydi
o zamanda benim yaştaki çocuklar için... Annemin, babamın, hatta ninemin ve
dedemin bana yaptıkları el yapma oyuncakların hepsi birbirinden farklıydı. Biz
üç kardeş olarak bir göz odada ailecek yaşıyorduk. İmkanlarımız ancak buydu.
Annem bize oynamamız için bezden yapılmış bebekler, babam iplik makaralarından
arabalar, dedem rüzgar gülü yaparken, ninemin cebinde mutlaka ceviz türünden
yiyecekler bulunur, onlarla önce bizimle ceviz tokuştururdu. Bütün bu
oyuncaklar, bu küçücük oda içinde uslu durmamız ve oyalanmamız için birer
oyuncaktan ibaretti. Kundaktaki bir bebeğin bile oyuncağı olurdu. Bebeğin eline
eline saplı şıngırak tutuşturulurdu. Bebek şıngırdağı salladıkça içindeki hoş
bir ses, bebeğin dikkatini çekerdi. Kundaktaki bebek bile bunun farkındaydı.
Şıngırdağı salladıkça duruyor, çıkan sesi dinliyor; sonra tekrar çıngırağı
sallıyor, bunu bir oyun haline getirebiliyordu.
Böyle bir evde, bizler bu şekilde büyüdükçe oyun
şekillerimiz de değişiyordu. Babam tarla işlerinin yanında, aynı zamanda köyümüzde
sıhhiyelik de yapıyordu. Bundan dolayı evimizde bolca ilaç şişeleri vardı.
Şişeler boşaldıkça bizim de oyun malzemelerimiz bir taraftan çoğalıyordu. Küçük
şişelere, pirinç, bulgur, cinsinden bakliyatlarla doldurup, sonra da kendimizce
ya bir mutfak, ya da bir bakkal açıp, o çocuk aklımızla aşçılık ve esnaflık da
yapabiliyorduk. Böyle bir küçük alanda, yapmadığımız hiç birşey yok gibiydi.
Bazen birbirimizle güreş tutar, bazen boğuşur, bazen de yere göğe sımayan
hareketler içinde bulunurduk. Bu oyunlardan biri de, küçücük olan bu odanın
içinde kollarımızı açar, durmadan bir fırıldak gibi dönme oyunu oynardık. Döne
döne, dakikalarca dönmek isterdik. Sanki döndükçe de bütün eşyalar etrafımızda
fırıl fırıl dönüyordu. Çünkü başımız dönmeye başlıyor, ayakta kalabilecek
mecalimiz kalmayınca, yere düşmemek ve odanın taş duvarlarına çarpıp da bir
tarafımızı acıtmamak için hemen bulunduğumuz yere, zar zor oturmaya
çalışıyorduk. Yere oturunca da sanki güneş sistemi gibi kendimizi merkeze
almış, odada bulunan bütün eşya da bizim etrafımızda uydumuz olarak dönüyordu.
Bu dönüyş bir müddet sürdükten sonra, ancak kendimize gelebiliyorduk. Anne ve
babamız böyle bir oyuna kızsa da, bu oyundan çok haz alıp, hoşlanıyorduk.
Sonuçta bu da bizim için bir oyundu.
Köylük yerinde benim gibi, oyuncaklarını kendileri
yapıyorlardı. Tüfekler, fışkırıklar, düdükler, değirmenler, rüzgar gülleri,
uçurtmalar, arabalar, fırdöndüler, kırbaçla döndürülen delenseler. Biraz daha
büyüyüp, akıllı uslu bir çocuk olduğumda, şehirdeki kurulan pazar yerinden,
halamın bana alıp hediye ettiği nihayet bir topacım oldu. Bu öyle bir topaç ki,
el yapımı olmayıp, atölyede yapılmış, tornadan çıkma bir üretim idi. Bu topaç,
etrafı kırmızı ve mavi boyalı, dairelerle boyanmış bir topaçtı. Uçunda eskiden
ayakkabıların altına ayakkabının ökçesi ve tabanı eskimesin, aynı zamanda,
yürüdükçe tok bir ses çıkartsın diye ayakkabıların atlarına çakılan metal
kabralara benzeyen bir de çivisi vardı. Bu çivi üzerinde koskoca bir gövde
dönerek dengede kalıyordu.
Bu metal çividen başlayarak, topacın etrafına dolandığımız
ipi, bir hamlede çekerek topacın düz bir alanda hızla dönmesi sağlanıyordu.
Topaç öyle bir dönüyordu ki; hiç dönüşü bitmeyecekmiş gibi dönüyor, ayrıca bu dönüşten
dolayı da, topaç bir inilti çıkarıyordu. Hem dönüşü, hem de çıkardığı iniltili
ses, biz çocukları büyülüyordu sanki. Dönen topacı, dönerken parmaklarımızın
arasından avucumuza almayı da öğrendikten sonra, mutlaka avucumuzun içine alıp,
orada da dönmesini keyifle izliyorduk. Sonra da dönen bu topaç, bütün
çocukların elinde döne döne dolaştırılıyor, akabinde tekrar dönen topaç yere
kendi haline bırakılıyordu. Bu öyle bir oyun ki, bizde bıraktığı tad; biraz
duygu, biraz da düşünce derinliği idi. Topaç yoruluncaya kadar döndükten sonra,
bizim çocukluğumuzdaki durum gibi bir yerde yığılır kalıyor, bu sefer kendi
etrafında dönen bütün varlıkları, seyre dalan bir ruh haliyle önümüzde
hareketsiz duruyordu.
Bizim oyuncaklarımızın içinde, aslında en büyük zevk
aldığımız oyuncak topaç, oynadığımız oyunların içinde en çok hoşlandığımız oyun
da topaç çevirmek olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü çocuklarla hep birlikte
çömelip, dakikalarca dönen ve inilti çıkartan topaca bakmaktan kendimizden
geçip, garip bir duygu içinde kaybolabiliyorduk. Belki de kendi kimliğimiz ve
kişiliğimizle buluşabiliyorduk. Çünkü bu dönüşle birlikte ve bu dönen küçük
oyuncakta koskoca kainatın döndüğünü ve azametini görebiliyorduk. Belki o yaşta
böyle bir düşünce aklımıza gelmese bile, sanki bu duygu Kudret-i İlahi'den bize
işleniyordu. Belki de bu sihirli topaç, o yaşlarda bize, kainat ve ötesi
hakkında düşünce ve duygu derinliği kazandırıyordu.
Yazı ve Çizgi: Profösör
5 yorum:
Bu samımı dogal yazılarınızı cok sevıyorum sevgılı profösör
bu yazınızı da severek okudum.
Yazı muhteşem, çizim muhteşem..
O yllarda çocuk olmayı,şimdiye değişmezdiniz herhalde:)
sımsıcak,içten bir anı olmuş.bu güzel ,keyifli yazı için teşekkür ederiz.
Başarılı ;)
Çizim de ayrı bir hava katmış..
öykü@ Teşekkür ederim. Çocukluğumuz en büyük masumiyetimizdir.
Asahhara@ Teşekkür ederim..
Şükriye Karahan@ Ben teşekkür ediyorum. Hem yazalım, hem de okuyalım.
Kevser @ Teşekkür ederim..
Yorum Gönder