Bir zamanlar yazın dünyasında Kemal Tahir'ler, Aziz Nesin'er, Fakir Baykurt'lar, öyküleriyle romanlarıyla adeta kasıp kavuruyordu. Bir taraftan körüklü çizmeli, yuvarlak şapka, eli kırpaçlı baskıcı köy ağaları bir tarafta çıplak ayaklı, nasırlı elleriyle tarlalarda iş gören ırgatlar, marabalar anadolunun kırsal bölgelerindeki eserlerinde uzun uzun anlatılırdı. Anadolunun bu çilesinden kaçarak şenhre tahta bavullarla gelenler, özellikle siyahbeyaz türk filmlerinde gördüğümüz sahnelerde olduğu gibi Haydarpaşa tren garında nefes aldıklarında onları martılar, bacalarından duman tüten, zaman zaman düdüğünü kesik kesik öttüren vapurlar, karşı sahildeki eskiİstanbul'un ihtişamı adeta onları büyülüyordu. İstanbul bu; İstanbulda olmanın keyfiyle köyden kasketiyle gelen tahta bavullu adam, parlak ve metal olan, tütün tabakasından bir cigara çıkartıp yakarken, dumanı da rüzgardan kavruk olan yüzüne savruluyor, aynı zamanda içten gelen bir sevinçle gözleri büyülü bir ışıltıyla parlıyordu sanki. İstanbul'a gemişti artık... İçinden "İstanbul'un taşı toprağı altındır" diyerek inancını umuduyla pekiştiriyordu.
Fotorafiker: Hurşit Akyıl
1 yorum:
Böyle başlamış bir hayat hikayesi....
Yorum Gönder