Lise çağımızda "Yaş Otuzbeş.. Yolun yarısı" şirini okuduğumuzda, "daha yolun yarısında değiliz" diyerek sanki hiç yaşlanmayacakmış gibi gençliğimizle övünür dururduk. Gözümüzü budaktan sakınmaz, gençliğin verdiği cesaretle sanki dünyayı biz kurtaracakmışız gibi bir fikir içinde kendimizi bulurduk. Bu mefkûreyle de bütün harçlığımızı kitaplara yatırır, farklı dünya görüşleri ve felsefeyle tanışır, inandığımız değerler için bir gayeye baş koyardık. En büyük mefkûremiz ise; bilgili ve bilinçli olarak davranışlarımızla herkese örnek ve önder olmaktı. Herkesin hayranlık duyacağı bir insan olarak bütün kazanımlarımızı paylaşmaktı. Bizim için otuzbeş yaş o zaman için uzak olsa da, otuzbeş yaşın bir çekiciliği de vardı. Otuzbeş yaşın en çekici yanı ise olgunluk çağı olarak bilmiş olmamızdı.
Yaşımız otuzbeşe gelince de sanki kendimizi ömrümüzün tam orta noktası olarak algılıyorduk. Demek ki "Otuzbeş Yaş" şiiri bizi etkisi altına almıştı. Gerçekten de baktığımızda geçmişimizle ve yaşanmışlıklarımızla bir takım kazanımlarımız olmakla birlikte, yanılgılarımızdan da ders almasını bilerek bir tecrübe sahibi olduğumuzu da bilmekteydik. Bundan sonraki evre içinde daha da olgunlaşarak insanı insan yapan ahlak değerleriyle, onurlu bir hayatın da sırlarını öğrenmeye çalışıyorduk. Kendimizi daha iyi tanımalıydık. Hayata dair kendimize ait bir felsefe oluşuyor ve bunu bir fikri ve hissi tekâmül olarak algılayarak, hayatımıza yansıtmalıydık. Yaşamız kırk, elli derken en önemli değerlerin itikat, ibadet ve ahlak ekseninde dostluk mertebesine erişme olduğunu anlamış olduk.
Dostluk kavramı ancak fedakârlıklarla anlatılabilir. Dostluk demek; herkesle, herşeyle barışık olmakla birlikte, fedakârlık etmek, karşılık beklemeksizin, hiç bir çıkar hesabı yapmadan bütün kazanımlarımızı paylaşmak demektir. Ancak bu Hazreti Ebubekir kadar cömert olmak, İslam'a sadakatle bağlı olmak ve hayatımızı ancak hidayet üzere yaşamakla olacaktır. Bu değerlerle bezenen kişi dünyaya bakarken aynı zamanda ahiret penceresinden dünyaya bakabiliyorsa, hayatın ve ölümün, ezel ve ebedin sırrına ermiş olacaktır. Böylelikle herşeyin bizler için bir ayet, bir delil olduğunu bilecek ve her değerin bizler için birer ibret vesikası olduğunu anlamış olacağız. Aksini düşünerek yaşayan insanların kalpleri mühürlenir, ölüm bu gibi kişiler için bir ibret vesilesi bile değildir. Ölümün ve ölünün karşısında son görev yapıldığı sırada, Allah'a yakın, garib insanlar cenaze namazını kılarken, kendilerini üstün gören bir takım insanlar da kibirlileriyle uzaktan cenaze merasimini izleyerek, siyah ve matem güneş gözlüklerinin ardına saklanıp en büyük hakikatle gözgöze gelmekten sakınırlar. Dünyaya ahiret penceresinden bakan insanlar ise, daha mutlu, daha huzurlu bir şekilde hayatı yaşayanlardır. Dünyada mal, mülk ve makam hırsı içinde yaşayanlar, kendilerini, lüks, şaşa'a ve safahat içinde geçirenler, kalpleri mühürlenecek, basiretleri bağlanacak, daha bu dünyada yaşarken, hakikat yerine bir yalanın kucağına düşeceklerdir.
Profösör