
29 Haziran 2017 Perşembe
25 Haziran 2017 Pazar
Bayramlar Kurtuluş Ümidimizdir
Ramazan Bayramı müslümanların kutsal iki
bayramdan birisidir. Nasıl ki; hilali görüp bir ay boyunca oruca başlıyorsak,
yine ayın bitiminde hilali görüp bayram yapıyoruz. Allah’a şükürler olsun ki;
Ramazan bayramını idrak ettik. Sabah namazıyla birlikte camilere akın ettik.
Bayram namazını hep birlikte huşu
içinde eda ettik. Günümüzde onca İslam ülkesinde yaşanan savaşlar, zulümler,
mağduriyetleri görmemezlikten gelemeyiz. Ümmetin ıstırabı bizim de
ıstırabımızdır. Onların sıkıntısını ve üzüntüsünü biz de yüreğimizde
hissederiz. Çünkü biz birbirimizi tamamlayan bir vücudun azaları gibiyiz.
Herşeye rağmen İslam dünyası Ramazan bayramını kutlar. Bayramın ruhuna uygun
olarak müslümanlar birbiriyle bayramlaşır.
İnancından dolayı bayramı bir kurtuluş ümidi olarak kutlar, birbirine sarılır
birbirinden güç alır, adeta yeniden dirilir ve yeniden şuur sahibi olur.
Ramazan boyunca hep birlikte oruç tutuyor,
iftar ediyor, sahura kalkıyor, yine ramazan ayı sonlarına doğru itikafa giriyor
ve kadir gecesini birlikte idrak ediyor ve namazımızla, niyazımızla oruçlu günlerimizi ibadetle
geçiriyoruz. Kendimizle muhakeme, murakebe, muhasebe ediyor; zikrimizle
tefekkür ediyor, şükrümüzle Allah’a
olan sadakatimizi gösteriyoruz. Ramazan boyunca hayır hasenat içinde
bulunmakla birlikte sadaka-i fıtır ve zekatımızı vermek, diyetimizi ödemek gibi
sorumluluklarımızı yerine getiriyoruz. İnsani ve vicdani duruşumuzu İslam’la
daha da yüceltiyoruz. Toplum içinde birbirimizle daha da kaynaşıyoruz. Muhabbet ve ünsiyetle, et tırnak misali
oluyoruz. Birbirimize sarılıyoruz. Sevinçte ve tasada bir oluyoruz;
birbirimizin derdine ortak oluyor ve birbirimizin yaralarına merhem oluyoruz.
Bu durum ve tutum bayramla birlikte
bir şuur haline dönüşüyor. Yeniden nefes alıyor, yeniden diriliyoruz.
Birlik ve beraberliğin ve bayramlaşmanın da ruhu budur.
Her toplumda anlaşamazlıklar,
kutuplaşmalar, küsmeler, darılmalar olabilir. Esas olan birbirimize insani
değeri vermek ve birbirimizin ne dediğini dinlemektir. Birbirimizle diyaloğu
kesmemektir. Malesef İslam dünyası
bir bunalım yaşıyor. Mezhebi ve meşrebi taassuplar bizi üzüyor. Bu kadar
bölünmüşlük ve parçalanmışlık bizi lokma haline getirir. İslam düşmanlarının
iştahını kabartır. Sanki imamesi kopmuş, etrafa saçılmış tesbih taneleri
gibiyiz. Oysa İslam tevhid dini. Müslümanların tek bir imameye bağlı olan
tesbih taneleri misali bir ümmet şuuru olması gerekir. O halde asgari
müştereklerde İslam ülkeleri ve toplumları birbiriyle iletişim içinde
olmalıdırlar. Birbirleriyle istişare içinde birbirlerini farklı görüşleri olsa da
dadinlemelidirler. Kuvvet birlikteliktedir. Küsler, dargınlar barışmalı, selamlaşmalı,
herkes iyi günde ve kötü günde birbirinin yanında durmalı. İnancımız,
kültürümüz ve medeniyetimiz bunu gerektirir. Bizi biz yapan değerlere
sarılmalıyız. Bizden olmayan, bizim yapımıza uymayan ve bizi yabancıllaştıran
kültür emperyalizmin pençesinden kurtulmalıyız. Bugünkü çağda savaş sadece
topla tüfekle, tankla uçakla yapılmıyor!.. Önceden inançlı toplumlar bozuluyor
ve iğfal ediiliyor. Sonra da tefrika çıkartılarak İslam toplumlarını kıskaca ve
kumpasa maruz bırakılıyor. Bugün,
Irak’a, Suriye’ye ve son olarak Katar’a yapılanlar sadece oradaki halkı
üzmüyor, bizi de Türkiye olarak derinden yaralıyor. Asıl anagövde biziz. Bu
küçük İslam ülkeleri ise bizim
azalarımız. Onlar yaralandıkça, onlardan kan aktıkça, onlar kadar biz de acı
çekiyoruz. Ortadoğu coğrafyasına yapalan bütün dış müdaheleler esasen
Türkiye’nin önünü kesmek için yapılıyor. Velhasıl zülme karşı şuurlanalım.
Bilvesile kurtuluş ümidiyle Bayramınızı
kutluyorum...
Profösör
21 Haziran 2017 Çarşamba
Kıskançlık, Haset ve Çekememezlik
Beşer olmamız hasebiyle, bir çok zaaflara yenik
düşebiliyoruz. Önemli olan neye meyilli olduğumuzu bilmek, zaaflarımızı
farkederek, nefsimizi terbiye etmek için azami gayreti göstermektir. Beşeri
zaaflarımızdan biri de kıskançlık yani haset etmektir. Bir başka deyişle
çekememezliktir. Oysa her insanın birbirinden farklı olarak özellikleri,
yetenekleri ve üstün tarafları vardır. Çünkü her insan bedenen ve ruhen yaratılış
olarak farklıdır. Kimimiz kısa boylu, kimimiz uzun boylu, kimimiz siyahi,
kimimiz beyaz, kimimiz sarı ırktan olabiliriz. Sosyal hayatta da zengin fakir,
mevki sahibi, işçi patron, sağlıklı sağlıksız gibi birbirinin zıddı olan
niteliklere sahip olabiliriz. Esasen
bize lütfedilen özelliklerimizi bilmemiz, geliştirmemiz ve bunu hem
kendimiz için, hem de çevremiz için kullanmayı bir erdem olarak
görebilmeliyiz.
Ne yazıkki toplumumuzda birbirini kıskanma ve çekememezlik
hastalığı her alanda kendini göstermektedir. Sağlam bir bünyede ortaya çıkan
herhangi bir hastalık, peşinden diğer hastalıklara da davetiye çıkartıyor.
Şeker hastası olan bir kimse, her an için bir kalp hastası, bir böbrek hastası,
bir tansiyon hastası olmaya namzettir. İnsan nefsi böyle bir şeydir. Kıskançlık
ve çekememezlik zaafına düşen bir
insan, aynı zamanda diğer nefsani zaaflara namzettir dememiz yanlış olmaz.
Bütün nefsani zaaflardan kurtulmamız için, dört elle Kuran’a sarılmalı ve
Peygamberane bir hayat yaşamamız gerekir.
Cenabı Allah “Kıskandığı vakit haset eden kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım de”
buyuruyor. Kıskançlık ve haset felaketler getirir. Çünkü kıskançlık hayra değil,
şerre delalet eder. Nitekim Kabil ile Habil arasındaki kavga kıskançlığa
dayanıyordu. Sonuçta Kabil, kardeşi Habil’i katletmesiyle insanlık tarihinde ilk cürüm
işlenmiştir. Bu da gösteriyor ki; kıskançlık ve haset sadece sıradan bir kötü
duygu değil, insanı cehenneme kadar götürecek hırsı da, intikamı da içinde
barındıran komplike bir kötü eylem ve istenmeyen ahlaki davranıştır.
Bizde olmayan, olması mümkün görünmeyen bir takım yetenek ve
kazanımları, başkasında görerek kıskanmak, başkasının başarılarını takdir
etmemek, iyi taraflarını görmemek ve kötülemek bir anlamda çekememezliktir.
İnsan önce kendini tanımalı ve kendi yeteneklerini bilmelidir. Eğer başkasında
gördüğü yetenek ve hasletlerin kendinde de bir nebze olduğunu düşünüyorsa,
yeteneklerini geliştirecek, çok çalışacak, gayret edecek, sonra da “Allah’ım
bana yardım et!..” diye dua edecek. Sadece çalışmak yetmez; aynı zamanda Allah’ın
inayetine sığınmamız gerekir. Elbette toplum tarafından takdir edilen insanlar
özenilir, ve gıpta edilir. Asla kıskanılmamalıdır. Rekabet içinde de olsak
birbirimize başarılar dilemeyi ihmal etmemeliyiz. Kıskançlık içinde olanlarımız
varsa da, bunun ruhi bir hastalık olduğunu bilmeli, bundan kurtulmak için de
bütünüyle ahlaki terbiye ve tezkiye içine girmelidir. Bu durumun tıbbi yönü var
ise, günümüz hekimlerine başvurması da gerekebilir.
Bir Hadisi şerifte “Sakın haset etmeyiniz. Zira haset, ateşin
odunu yediği gibi, sevapları ve iyilikleri yer bitirir.” buyruluyor. Kurtuluşumuz
için sevap işlememiz gerekiyorsa, bütün günahlardan uzak durmalıyız. İyilik
yaptıkça da kötülüklerden korunaklı hale geliriz. Nefsin zaaflarına karşı savaş
hali, bizi daha çok Allah’a yaklaştırır. Onun rızasını kazanmak için şeytanın
vesvesesine ve tuzaklarına karşı tedbirli olmak suretiyle; kıskançlık, haset, çekememezlik gibi
diğer zaaflara da düşmemiş oluruz.
Niyazi Özdemir
19 Haziran 2017 Pazartesi
Vakfın Önemi
Vakıflar, ictimai hayatımızın en değerli müesseseleşmelerinden biridir. Çünkü vakıflar özü itibariyle toplum olarak yaşayan insanların her tür insani ihtiyaçlarını karşılama üzere tesis edilmiş kurumlardır. O kadar çok vakıf var ki; adını bile bilemediğimiz binlerce vakıf kuruluşu var. Hepsi de Allah adına kurulmuş birer müessese olarak topluma hizmet vermektedirler. "İnsanların en hayırlısı; insanlara iyilik edenlerdir" buyruluyor. Madem ki, müminiz ve kardeşiz; İslam'ın ve müslümanlığın gereği olarak her anlamda birbirimize destek veririz. Hizmetler Osmanlıda, kurumsallaştırılmış olan vakıflar sayesinde en iyi noktaya taşınmıştır. Devlet büyük bir organizasyondur. Halkın ve tebaların sosyal hayat içinde durumlarına göre hayır kampanyaları içinde bulunması, hava, su ve ekmek kadar zaruridir.
İslam’ın ilk yıllarından beri, hayır müesseseleri olarak kabul edilen vakıfların tesisi; İslam’a mensup olanların yoğun olduğu toplumlarda önemli bir yer tutmuştur. Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde oluşan vakıf sisteminde, kendilerinden önceki Türk ve İslam vakıf uygulamalarından esinlenmişlerdir. Özellikle fetihlerden sonra beliren sosyal ihtiyaçların karşılanması için yapılan yapılar, her alanda hayrat işlerinin yerine gelmesi konusunda işlevselliklerini yerine getirmişlerdir. Bir anlamda İslam medeniyeti vakıflarla kurulmuş; kesintisiz olarak yapılan hizmetler Allah için yapılan hizmetlerdir. Vakıf Allah için kurulur ve onunla insana hizmet sunulur. Vakfı kuran kişi yada kişiler, vakfı hangi hizmetin yerine getirilmesini istiyorlarsa, vakfiyesinde belirtir ve onun dışında vakfa bağışlanan bağışlar, başka bir hayır işlerinde kullanılamaz. Her sosyal müessesenin yapımı, bakımı ve yaşaması için vakıflar üzerine düşen görevi eksizksiz olarak yerine getirir.
Osmanlı tarih boyunca, toplumların ve tebaların kaynaşmasını bir anlamda vakıf hizmetleriyle sağlamıştır. Fethettiği ve gittiği yerlere çil çil kubbeler serpiştirmiştir. Camiler, mescidler, türbeler, medreseler, kemenrler, kuleler, sarnıçlar, hanlar, hamamlar, rasathaneler, kervansaraylar, köprüler, imarathaneler, şifahaneler birer vakıf eserleridir!.. Osmanlı gittiği her yere sadece adalet götürmekle yetinmemiş, aynı zamanda sevgisini, şefkatini ve merhametini göstermiştir.
Fatih Sultan Mehmed Han’ın Ayasofya için vakfiyesini bir hatırlayalım; «İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya'yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse, onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi'nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar. Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah'ın, Peygamber'in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah'ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.» Buradan da anlıyoruz ki; vakıf amacı dışında kullanılıyorsa vebali büyüktür. Bu vebalden kurtulmanın yolu da şuur sahibi olabilmektir.
Profösör
12 Haziran 2017 Pazartesi
11 Haziran 2017 Pazar
Kuran-ı Kerim'den Feyzalmak
Ramazan ayı Kur’an ayıdır. Bu ayda Kuran-ı Azimüşşan’a olan
inancımız, sadakatimiz, ondaki ayetlerin bütününü okuyarak, anlayarak, idrak
ederek ve Kuran’ı hayatımızda uygulamaya sokarak, ancak hakiki mümin ve
müslüman sayılırız. Kur’an sıradan okunacak bir kitap değildir. Kur’an okumak
demek arapça yazılmış bir metni okur gibi transkripsiyon yapmak da değildir.
Manasını bilmeden, anlamadan Kur’an okumak sadece ölülerin arkasından okunan
bir Kur’an haline getirmek demektir. Elbette Kuran-ı Azimüşşan her yönüyle
mucizedir. Arapça metniyle, lafzıyla, okunuşuyla her açıdan feyzalınacak en büyük kitap Kuran-ı
Azimüşşan’dır. Bunda şüpe yoktur. Sadece Kuran’ı şöyle okuyup geçmek değil,
manasını anlayarak, ayetlerin ruhuna inerek, Efendimiz zamanında inen ayetlerin
sebebi nuzülünü bilerek feyzalarak okumamız gerekir. Kur’an okumak değil;
Kuran’ı bütünüyle okumak gerekir. İçinden bir ayeti çekip çıkarmak değil, o
ayeti o sure içinde, hatta Kuran’daki bütün ayetleri hesaba katarak tefekkür
etmek, muhasebe ve muhakeme etmek gerekir. O zaman Kuran’ın emrettiklerini hayatımıza ve toplumumuza
uygulamaya soktuğumuzda hidayet buluruz. Çünkü Kuran’ı Kerim bir rehber ve
hidayet kitabıdır. Çünkü Kuran-ı Azimüşşan karanlıkları nurlandıran, zulmü
ortadan kaldıran, şeriat ve hayat kitabıdır.
.....
İslam medeniyeti Kur’an medeniyetidir. İslam kültürü Kur’an
kültürüdür. Kur’an kültürü Kuran’ı hakkıyla yaşama biçimidir. Kur’an kültürü
içinde adaletin temini, seciyeli ve ahlaklı nesillerin yetiştirilmesi vardır.
Bununla birlikte, dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması vardır. Bütün bunlar Kur’an hükümlerinin
amaçlarını oluşturmaktadır. Bir nevi bu İslam fıkhının temelini teşkil eder.
Kuran’ın amacı bütün insanlığın hidayet bulması, kurtuluşu, huzur ve
mutluluğudur. İki cihan saadetinin yolu da, yordamı da budur. Allahü
Azimüşşan’ın “Oku” emri, Peygamber Efendimize yöneltildiyse de, bu emir bütün
insanlağı kapsamaktadır. Kuran-ı Kerim’i hakkıyla okumak demek; Ona inanmak ve
Onu hayatında uygulayarak yaşamak demektir. Aksi takdirde Kuran okunmamış ve
idrak edilmemiş demektir. Kuran-ı Azimüşşan itikat, ibadet ve ahlak kitabıdır.
Bir kul olarak kısaca bizim anlayacağımız da budur. Elbette Kur’an bütün
ilimlerin kendinde mündemiç olduğu mübarek bir kitaptır. İslam’ın doğuşuyla,
şimdiye kadar geldiğimizde, ilim ilerledikçe, Kuran-ı Kerim’in yüceliğini daha
da iyi idrak edebiliyoruz. Kur’an kıyamete kadar da Allah tarafından
korunacaktır. Hak gelir Batıl zail olur. İslam’la müşerref olan nurlanmış olur.
İslam hiçbir zaman yenilmez. Kur’an eskimez, pörsümez, modası geçmez. Ayrıca hiç
bir kimsenin Onu korumasına da ihtiyaç yoktur.
.....
Son zamanlarda kafaları karıştıran bir takım akımlar sürekli
Kuran Müslümanlığı tabirini kullanıyor. Kimse zaten Kuran’ın dışında bir kitap
tanımıyor ki!.. Kur’an ne diyorsa müslümanlar da Ona uyacak. Başka bir yolu
yoktur bunun. Kuran’da Peygambere tabi olmamız buyruluyor. Zaten Kitapsız ve Peygambersiz hakiki din olamaz.
Polemiklerden uzak durmalıyız. Eğer biz müslümanlar olarak bir yenilgi
arıyorsak, önce kendimizde arayacağız. Eğer Hak yolunda savaşacak isek, önce kendi nefsimizden
başlayacağız. İnsani zaaflarımızdan kurtulmak için de nefsi terbiyeden ve tezkiyeden geçmemiz gerekir. Ümid ederiz
ki; Kuran’ı Azimüşşan’dan hep birlikte feyzalırız. Bil vesile Allah’ın selamı,
rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Allah’a emanet olun.
.....
Mehmet Akyıl
Yenibirlik Gazetesi “Buluşma Noktası” Ramazan sayfası
11 Haziran 2017 Pazar
İlham Kalbe Düşer
Türk dili edebiyatınada "Kalp" kullanılır. Kalp inanç, sevgi, şefkat ve merhamet gibi değerleri taşıdığı için; kalbin kutsal değeri vardır. Kalp imanın, İslam'ın, ihsanın, irfanın makamıdır. Kalp doğrudan doğruya aşkın mabedi ve imanın tasdik makamıdır. Kuran'da da, bütün kutsal kitaplarda da, şiirlerde de kalbin özel yeri vardır. "Kalp" kelime bakımından "yürek"le eş anlamlı değildir. Çünkü "yürek" kalbin ihtiva ettiği manaları içinde barındırmaz. Yürek kalbin yerini tutmaz ve tutamaz. İlham önce kalbe düşer, kalpte yeşerir, kalpde şekillenir ve kalpte gelişir. İlham sonra dile, sonra kaleme, sonra kağıda dökülür. Çünkü kalp neyi hissederse, dil onu söyler. Kalp terbiye olmuşsa dil ondan asla azade olamaz. Şairler kalp varken, asla yürek kelimesini kullanmaz. Hakiki imana sahip olan bir kalp aklın yanılmasına ve nefsin zaaflarına kapılmaz. Mütmain olan kalp, seven ve sevilen kalptir. Seven ve sevilen bir kalp kendisiyle, Rabbiyle barışık ve bağdaşık olan olan kalptir.
Profösör
10 Haziran 2017 Cumartesi
5 Haziran 2017 Pazartesi
Birlik ve Dayanışma
İnsan fıtratı gereği tek başına bir değer ifade etmez. Fakat toplum halinde inancını fiiliyata
döktüğünde bir değer ifade eder. Aksi takdirde yalnızlığın bencilliğinde
boğulur. Çünkü birlikte rahmet, bereket ve bolluk vardır. Ayrılıkta ise azap ve
ıstırap vardır. İnsanların bir
araya gelmesi, toplum halinde yaşaması demektir. Birbirleriyle olan
yardımlaşması ve dayanışmasıyla mutlu olur ve huzur bulur. Çünkü birlik ruhu demek; bütün
varlıklarımızla birbirimizin yanında olmak demektir. Eğer karanlıktan kurtulmak
ve aydınlanmamız isteniyorsa bunun birbirimizin kandiline yağ damlatmakla mümkün
olacağını bilmemiz gerekir. O zaman aydınlanır ve nurlanırız.
Her insanın kendi karekteri ve meşrebine göre bir işi, bir
mesleği ve bir görevi vardır. Herkes ihtiyacını birbirinden giderir. Maddi ve
manevi olarak yardımlaşma ve dayanışma konusunda şuurlu olmak zorundadır.
İnancımıza göre müminler kardeştir. Kardeşlik birlik olmayı ve birlikte olmayı
gerektirir. Eğer aramızda tam anlamıyla muhabbet ve ünsiyet oluşturmuş isek,
Allah’ın rızasını kazanmak için iyilikte de, kötülükte de kardeşliğimizi ve
birliğimizi sürdürmeliyiz. Şuurlu bir toplum olduğumuzda başımıza gelebilecek
musibetlerden korunmuş oluruz. Ümmet
olma şuuru da bunu gerektirir. Milli mücadele ve Çanakkale savaşları yedi
düvele karşı kazanılmıştır. Çanakkale zaferi bütün İslam ümmetinin zaferidir.
Hatta bütün mazlum milletleri de sevindirmiş, milli bağımsızlığı ve kurtuluşları için bir umut olmuştur. İslam
ümmeti bir anlamda Osmanlı bakiyesidir. Osmanlının onların nezdinde büyük bir
itibarı vardır. Onlar da ümmet olmanın şuuruyla Çanakkale savaşlarında şehit
vermişlerdir. Bütün ümmet, kadınıyla
erkeğiyle, varını yoğunu elinde ne varsa milli mücadele için
göndermişlerdir.
Bugün dünyadaki mücadele ve savaşlar, hep Hak ile batılın
mücadelesidir. Müslümanlar şuurlandıkça bütün insanlığın yüzü gülecektir. Barışın, huzurun,
mutluluğun, adaletin ve ahlakın yegane teminatı İslam’dır. İslam hakkıyla
yaşandıkça, topluma hakim oldukça birlik içinde olur ve dirlik içinde yaşarız.
Çünkü İslam, birliğin ve Tevhidin dinidir. Cemaat olma şuuru ümmet olma
şuurudur. Bir cemaat bir başka cematin alternatifi değildir. Bütün cemaatler
ümmet olma disiplini içinde birbiriyle ayrılmaz bir bütündür. Bütün kalpler
Allah için çarpar. Bu zihniyeti taşıyanlar sevgide, şefkatte, merhamette
birliktedirler. Bize düşen Allah ve Resul’üne tam bir teslimiyetle itaat
etmektir. Birbirimiz arasındaki anlaşmazlıkları Kitap ve Sünnet’le
gidermeliyiz. Birbirimize karşı adaletli olmalıyız. Beşeri ve nefsi zaflarımıza yenik düşmemeliyiz. Birbirimizle
çekiştikçe gücümüzü kaybederiz. Parçalandıkça ve bölündükçe kolayca yutulan bir
lokma haline geliriz. Oysa birlik ve beraberlik maddeten ve manen büyüme
demektir. Hiç bir güç böyle bir toplumu altedemez demektir.
Birlik ve beraberlik aynı duygu ve düşüncede şuur sahibi
olmak demektir. Birlik ve beraberlik aynı mefkurede buluşmak demektir.
Yardımlaşma, dayanışma, kaynaşma bunun gereğidir. Birlik ve beraberlik
eşgüdümlü hareket etmek demektir. Dolayısıyla ailede birlik, karı koca ve
çocuklar arasında tesis edilmesi gereken kutsal bir birliktir. Çünkü inançlı bir aileyle seciyeli ve ahlaklı
nesiller yetiştirilecektir. Yakın akraba, dost, ahbab ve arkadaş
arasındaki birlik, önce sadakat
demektir. Milletçe birlik milli şuur ve vatanseverliktir. Ümmetçe birlik İ’layı
Kelimetullahtır. Merhum Akif
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez. Toplu vurdukça yürekler,
onu top sindiremez.” diyerek bizi uyarıyor. O halde birlik ve dayanışmamızı sürdürmeliyiz. Çünkü birliğimiz;
dirliğimizdir. Vesselam.
Niyazi Özdemir
4 Haziran 2017 Pazar
Devlet ve Zihniyet
İnsanız... Sosyal bir varlık olmamız hasebiyle de, ancak toplum halinde hayatımızı idame ettirebiliyoruz. Yeme içme, giyim kuşam, eğitim, sağlık, emniyet ve diğer bütün insani ihtiyaçlarımızı birbirimiz sayesinde karşılayabiliyoruz. Toplum halinde mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamak ancak birbirimizle kaynaşarak mümkün olacaktır. Birlik ve beraberlik dediğimiz şey de budur. İnancımızın gerektiği değerlere ne kadar sahip çıkabiliyorsak o kadar mutlu ve huzurlu olabiliriz. İnancımız ve kültürümüzle medeniyet kurabiliyoruz. Kurumlaşarak insanlığa hizmet etmenin yolunu yordamını bulabiliyoruz.
.....
Soğuk savaş döneminde devlet ve millet arasında uçurumlalar vardı. Bu bütün Batı ülkelerinde de, bariz bir şekilde kendini gösteriyordu. Ülkemizde Batılı olma, Batıyı öykünme hali, halk üzerinde ve milletin iradesi dışında çöreklenmiş bir olugarşik yapı devletle milletin arasında bir duvar gibiydi. Yaşadığımız onca ihanet şebekeleri ancak milli şuur hareketiyle bertaraf edilecektir. Şu an devlet, millet kaynaşmasının tohumları atılmaktadır. Yeşerdikçe, büyüdükçe, milli birlik ruhumuz da güçlenecektir. Merkezi yönetim ve Yerel yönetimler yönetişim anlayışıyla hizmetlerini sürdürdükçe halkla daha içiçe kaynaşmış olunacaktır.
.....
Yerinde yönetimler hizmetlerinin verimli olması açısından, merkezi yönetimden yetki devriyle, sosyal hizmetler sekteye uğratılymadan sürdürülmektedir. Artık Merkezi yönetimler de, Yerel yönetimler de hizmetkar olarak milletin ve halkın emrindedir. Öteyandan Cumhuriyetimizin niteliklerinden biri de, sosyal hukuk devleti oluşumuzdur. Artık belediyeler "çöp - çamur - çukur " belediye hizmetlerinden, halkımızın ihtiyaç duyduğu her tür hizmetleri ayağına kadar götürmektedir. Mesela günümüzde cenazesi olan aileler belediyenin oluşturduğu ekiplerce ziyaret edilmekte ve taziyeler yapılmaktadır. Bunu da ramazanda iftar vermek gibi, sosyal ve kültürel hizmetlerden biri olarak saymamız gerekir. Çoğu belediyelerimiz öncülüğünde verilen iftarlar, isminin açıklanmasını istemeyen, hali vakti yerinde olan mümin kardeşlerimizin bir girişimi ve hayrına yapılan bir iştir. Böyle bir tertibi reklamdır gibi algılamak ve bunu sosyal medya üzerinden yaymak, dini de, diyaneti de, devlet ve zihniyeti de bilmemek demektir. Böyle tepkiler büyük bir talihsizliktir. Bazı yörelerimizde her gün bir esnaf iftar verir. Duyduğum kadarıyla bunlardan biri de Üsküdar'dır. Üsküdar Belediyesi sadece iftar organizasyonunda ev sahipliği yapar. İsterse iftarı devlet de hükümet de verebilir. Bunda hiçbir sakınca yoktur. Bilakis vermelidir de. Belediyeler bu durumda kendisine kurumsal olarak, böyle bir hizmet atfetmiştir diyebiliriz. Bir düşünelim; nasıl bir dar bakıştır bu!.. Devlet operalardan tutun da, diğer bütün kültür ve sanat hizmetleri verecek ve verenleri destekleyecek, aman iftar vermeyelim haksızlık olur, savurganlık olur diyebilecek!.. Bu sandığınız gibi, Hazreti Ömer devlet işinde devletin mumunu yakması, kendi işine gelince de kendi mumunu yakması gibi bir adalet anlayışı değildir!..
.....
Hak dediğimiz kavram sadece yiyecek içecekle, parayla pulla, makamla mevkiyle, şan şöhretle ölçülmez. Hak dediğimiz şey bildiğimiz iki kefeli teraziyle ölçülmez. Hak dediğimiz şey eşitlikten de öte bir adalet ve ahlak anlayışıdır. Hak dediğimiz şey kemiyetle değil, keyfiyetle bellidir. Milletin mutluluğu ve huzuru aynı zamanda devletin bekasıdır. Hak dediğimiz şey inancın, vicdanın, insanlığın ve müslümanlığın getirdiği irfani bir bakıştır. Hülasa devletle milletin kaynaşması, devletle milletin İslam’la barışması ve bağdaşması demektir.
Profösör
Soğuk savaş döneminde devlet ve millet arasında uçurumlalar vardı. Bu bütün Batı ülkelerinde de, bariz bir şekilde kendini gösteriyordu. Ülkemizde Batılı olma, Batıyı öykünme hali, halk üzerinde ve milletin iradesi dışında çöreklenmiş bir olugarşik yapı devletle milletin arasında bir duvar gibiydi. Yaşadığımız onca ihanet şebekeleri ancak milli şuur hareketiyle bertaraf edilecektir. Şu an devlet, millet kaynaşmasının tohumları atılmaktadır. Yeşerdikçe, büyüdükçe, milli birlik ruhumuz da güçlenecektir. Merkezi yönetim ve Yerel yönetimler yönetişim anlayışıyla hizmetlerini sürdürdükçe halkla daha içiçe kaynaşmış olunacaktır.
.....
Yerinde yönetimler hizmetlerinin verimli olması açısından, merkezi yönetimden yetki devriyle, sosyal hizmetler sekteye uğratılymadan sürdürülmektedir. Artık Merkezi yönetimler de, Yerel yönetimler de hizmetkar olarak milletin ve halkın emrindedir. Öteyandan Cumhuriyetimizin niteliklerinden biri de, sosyal hukuk devleti oluşumuzdur. Artık belediyeler "çöp - çamur - çukur " belediye hizmetlerinden, halkımızın ihtiyaç duyduğu her tür hizmetleri ayağına kadar götürmektedir. Mesela günümüzde cenazesi olan aileler belediyenin oluşturduğu ekiplerce ziyaret edilmekte ve taziyeler yapılmaktadır. Bunu da ramazanda iftar vermek gibi, sosyal ve kültürel hizmetlerden biri olarak saymamız gerekir. Çoğu belediyelerimiz öncülüğünde verilen iftarlar, isminin açıklanmasını istemeyen, hali vakti yerinde olan mümin kardeşlerimizin bir girişimi ve hayrına yapılan bir iştir. Böyle bir tertibi reklamdır gibi algılamak ve bunu sosyal medya üzerinden yaymak, dini de, diyaneti de, devlet ve zihniyeti de bilmemek demektir. Böyle tepkiler büyük bir talihsizliktir. Bazı yörelerimizde her gün bir esnaf iftar verir. Duyduğum kadarıyla bunlardan biri de Üsküdar'dır. Üsküdar Belediyesi sadece iftar organizasyonunda ev sahipliği yapar. İsterse iftarı devlet de hükümet de verebilir. Bunda hiçbir sakınca yoktur. Bilakis vermelidir de. Belediyeler bu durumda kendisine kurumsal olarak, böyle bir hizmet atfetmiştir diyebiliriz. Bir düşünelim; nasıl bir dar bakıştır bu!.. Devlet operalardan tutun da, diğer bütün kültür ve sanat hizmetleri verecek ve verenleri destekleyecek, aman iftar vermeyelim haksızlık olur, savurganlık olur diyebilecek!.. Bu sandığınız gibi, Hazreti Ömer devlet işinde devletin mumunu yakması, kendi işine gelince de kendi mumunu yakması gibi bir adalet anlayışı değildir!..
.....
Hak dediğimiz kavram sadece yiyecek içecekle, parayla pulla, makamla mevkiyle, şan şöhretle ölçülmez. Hak dediğimiz şey bildiğimiz iki kefeli teraziyle ölçülmez. Hak dediğimiz şey eşitlikten de öte bir adalet ve ahlak anlayışıdır. Hak dediğimiz şey kemiyetle değil, keyfiyetle bellidir. Milletin mutluluğu ve huzuru aynı zamanda devletin bekasıdır. Hak dediğimiz şey inancın, vicdanın, insanlığın ve müslümanlığın getirdiği irfani bir bakıştır. Hülasa devletle milletin kaynaşması, devletle milletin İslam’la barışması ve bağdaşması demektir.
Profösör
Şükrün Manası
Ramazan ayı; sabrın, kanaatin, şükrün, zikrin, ibadet ve
duanın en çok yapıldığı kutsal bir
aydır. Ramazan ayı; hayrın, infakın, sadakanın ve yakınlaşmanın en çok
yapıldığı bir aydır. Ramazan ayı; sevginin, şefkatin ve merhametin ayıdır.
Ramazan ayı; sen ben demeden, biz siz ayrımı yapmadan, hep birlikte Allah’ın
ipine sarıldığımız ve Allah’ın divanına durduğumuz mübarek bir aydır. Bu ay;
gariplerin, yetimlerin, öksüzlerin, fakirlerin, miskinlerin yüzlerinin güldüğü
ve hoşnut olduğu bir aydır. Çocukların, yaşlıların, hastaların ve engellilerin
en çok gönüllerinin alındığı yüce bir aydır ramazan ayı. Allah’a şükürler olsun
ki; ramazanın ve orucun idrakine vardık. Bu ayda tövbe istiğfar etmek, ihlasla
ibadetlerimizi yerine getirmek, Gücümüz yettiğince maddi ve manevi
birikimlerimizden infak etmek, bütün müminleri kardeş bilmek kadar bizi mutlu
eden eden ne olabilir ki!.. Onun
için hepimiz birbirimizi sevmeliyiz... Sevdiklerimizi de Allah için sevmeliyiz. Alllah’ın
rızasını ve gönlünü kazanmak için sevmeliyiz.
.....
Ramazan ayına hayır ayı dememizin sebebi, bu ayda hayırdan
başka bir şey düşünmememiz ve şerre karşı da set çekmemizdir. Namaz, oruç, haç,
zekat, kelime-i şahedet İslam’ın şartı olarak vasıflandırılsa da, Allah’ın daha
nice emirleri vardır!.. İyilik yapmak ve hayır işlemek gibi... Ana babaya,
hısım akrabaya ve bütün ihtiyaç sahiplerine yönelik yapmamız gereken iyilikler
gibi... İyiliği sadece maddeyle sınırlamak sığlığına ve fakirliğine
düşmemeliyiz. Bir kardeşimiz için
ettiğimiz dua da iyilik yapma
yerine geçer. Çünkü veren Allah’tır. Biz sadece, çalışıyoruz, gayret ediyoruz;
gerisini Allah’a bırakıyoruz. Allah bunun karşılığını veriyor. Allah verdiğinde
de dağıtmasını biliyoruz. Evimizde ve elimizde bir şey yoksa, asla yok demiyoruz, yine de Allah’a
şükrediyoruz. Bir nefeslik ömrümüz var; o nefesi de bize Allah veriyor diyerek iman ediyoruz. Varlıkta da, yoklukta da
sadece Allah’a güveniyoruz. O’na
ibadet ettiğimiz gibi ancak O’ndan yardım istiyoruz. Aslında yok diye bir şey yok. “Yok diye bir varımız var!.. Öyle
ki; yoklukta bile varımızı paylaşıyoruz” Varken dağıtıyoruz; yok iken
şükrediyoruz. Velhasıl inanan insanın ve kemalata eren insanın fikri de, zikri
de şükrü de bundan ibarettir.
.....
İman dil ile ikrar, kalb ile tasdik etmektir. İnandığımız bir değeri kalbimize
yerleştirmesini bilmeliyiz. Şükrederek de bize lütfedilen nimetlerden, zenginliklerimizden ve maddi, manevi
kazanımlarımızdan paylaşmasını
bilmeliyiz. “Elhamdülillah” demek yetmez!.. İnfak etmekle ancak şükrün manasını
idrak etmiş oluruz. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyacını gidermek, yaralarını
sarmak, onların gönlünü almak, yüzlerini güldürmek, onları hoş tutmakla birlikte Allah’ın rızasını
kazanmak, şükrün gereğini hal ile yerine getirmek demektir. Elhamdülillah,
şükürler olsun demenin manası ve hikmeti bu olsa gerek. İslam bütün kaideleriyle gönül dinidir.
Onun için dinde zorlama yoktur. Kimse kimsenin inancına, mezhebine, meşrebine
karışamaz. Bize düşen şuurlu
müslümanlar olarak, Allah’ın ayetlerine kalbimizi açmak, etrafımızda tebliğ ve irşat görevimizi
gönül kırmadan kaal ile ve haal ile yerine getirmektir. Bir kul olarak önce
kendi nefsimizi terbiye etmek, zaaflarımızdan kurtulmak, amellerimizle Allah’a
kul olabilmektir. Esas olan budur!... Züht de, takva da, nefsi terbiye, şükür
ve infakla kazanılır. Unutmayalım ki; veren el alan elden üstündür.