İzleyiciler

28 Şubat 2012 Salı

Yüzleşmek Vicdanımızın Sesini Dinlemektir

Hepimiz geçmişimizle yüzleşiyor, hepimiz geçmişimizle zaman zaman hesaplaşıyoruz. Geçmişimizle yüzleştikçe de aydınlanıyor ve arınıyoruz. Yüzleşme ve hesaplaşma demek, yenileşme ve gelişme demektir. Geçmişle ilgili, bizi ağırlaştıran, hantallaştıran, umudumuzu kıran, bizi kendimizle yabancılaştıran bütün tortuları üzerimizden atmak demektir. Geçmişimizle hesaplaşmak ve yüzleşmek demek; kuş gibi hafiflemek demektir. Geçmişimizle yüzleşmek demek, geleceğimizi belirlemek, geleceğimizi umut ettiğimiz gibi tasavvur etmek ve tasarlamak demektir. Geride bıraktığımız her yaşanmışlık, olumlu ya da olumsuz biriktirdiğimiz birikimler, insan hayatı için birer yön tayin edici unsundurlar. İnsanın olgunlaşması, pişmesi ve kemale ermesi için acı, ıstırap, sıkıntı, darlık ve çaresizlikler içinde insanlık sınavını isyan etmeden geçmesi demektir. Aynı zamanda bu zamana kadarki hayat mücadelesinden, sapasağlam çıkabilmesi demektir. 

Doğal olarak insan, anneden doğar doğmaz kirli bir dünyayla yüzleşir. Ne yazık ki bu kirli ve kirletilmiş dünya ile ilk yüzleşmesini yaparken doğar doğmaz, ağlayarak da ilk tepkisini vermiş olur. Bir bebeğin masumiyeti daha ilk baştan, bu kirli dünyayı kaldıramaz. Ancak bir bebek sadece anne kucağında sakinleşir. Anne kucağında mutlu olur. Anne kucağında huzur bulur. Anne kucağı sevgidir, şefkattir, merhamettir. Bebek daha doğuştan dürtüsel bunun olarak bilincindedir. Ağlamasını da gülmesini de bilir. Onun için insan mutluyken gülen, mutsuzken ağlayan bir varlıktır. Dünya öyle bir dünyadır ki, insanın huzur ve mutluluk duyacağı bir yer olması gerekirken, hiç bir zaman rahata kavuşamayacağı emanet bir yerdir. İnsanın asıl yeri, nereden geldi ise oraya dönüşündedir.

Dünyaya niçin gelinir. Dünyaya gelmek sadece doğmak, üremek ve ölmek için midir? Elbette değildir. Dünya bir sınav yeridir. İnsanın kendisine bahşedilen ömrünü aklıselimiyle doğruluk, iyilik ve güzellik yolunda sarf ederse, yanlışlıktan, kötülükten, çirkinlikten uzaklaşırsa o zaman sınavını başarıyla geçirecektir. İnsan düşüncesiyle, duygusuyla ve davranışlarıyla inandığı değerleriyle buluşabiliyorsa bu sınavı başarıyla geçmiş demektir. Geçmişte yaptıklarını kendi kendine sorgulayabiliyorsa, işlemiş olduğu hatalardan,  günahlardan pişman olabiliyorsa, şu anki hayatı ve geleceği için kendisine büyük dersler çıkarabiliyorsa, dünyaya geliş sınavını başarıyla kazanmış demektir. Böylece insanın kendi kendisiyle yüzleşmesi ve hesaba çekmesi demektir. Yüzleşmek demek insanın kendi inancı doğrultusunda vicdanının sesini dinlemesi demektir.

Profösör

26 Şubat 2012 Pazar

Eti Olmayan İnsana İskelet Denir


Bir ilköğretim okuluna teftişe gelen bir müfettiş birinci sınıfa giden küçük bir öğrenciye "İskelet nedir?" diye sorduğunda beklemediği cevap karşısında şaşırır. Sonra da müfettişin yüzünde küçük bir tebessüm belirerek küçük öğrencinin cevabında haklılık payı olabileceğini düşünür. "İskelet; eti olmayan insana denir öğretmenim" diyen öğrenci, aslında bu verdiği cevabın bir hazırcevap olduğunun farkında bile değildir. Sınıfın gülüşmeleri arasında çocuk yerine oturur.  Bir anlamda verdiği bu cevap mizahi bir içerik de taşımış olacak ki, arkadaşlarını verdiği bu cevapla güldürebilmiştir. İnsana kabaca baktığımızda, insanın etten ve kemikten olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü insanı ayakta tutan temel unsur iskeletidir. İskelet insanın yükünü taşıyan bir binanın kolonları gibi işlev görmektedir. Belki de küçük öğrencinin bu cevabı akılda kalabilecek güzel bir yaklaşımdır. Müfettiş öğrenciyi süzdükten sonra, yanına gider,  başını okşayarak "Aferin evladım" der. Burada insan için, eti de kemiği de, vücudumuzun bütün azalarını da çalıştıran, insana hayatiyet kazandıran tek kelimeyle insanın ruhudur. Bir anlamda insanın canıdır.

Eğitim o kadar önemlidir ki, eskiden evladını mektebe yazdıran bir veli, hocaya "Hocam bu benim evladımı hayırlı bir evlad olarak yetiştir. Eti senin, kemiği benim " diyerek, evladının tahsil görmesi için hocaya teslim ederdi. Bunun anlamı çocuğunun yaramazlık ya da tembellik yaptığında, falakaya yatırılıp, kırbaçlanmasını kastetmiyordu. Çocuk yetiştirmenin mutlaka bir usulü ve adabı vardı. Osmanlı tedrisatı iyi biliyordu. Zamanla eğitim özünden ve ruhundan saptırıldı. Çağdaş cumhuriyet değerlerinde de bir türlü yerine oturamayan bir eğitim sistemi içine girildi. Ne kadar eğitim reforu yapılsa da, insan unsuru hep  ikinci planda kaldı. Öğretmen, doktor, mühendis yetişti ama, iyi bir öğretmen, iyi bir doktor ve iyi bir mühendis yetişemedi. Medreselerde talebeye falakaya yatırma adeti ise, Osmanlının çöküş dönemine rastlar. Yoksa talim ve terbiyenin özünde sevgi ve saygı yatar.

İnsanı kabaca tarifi edersek, "İnsan et ve kemikten ibarettir" diyebiliriz. Et ve kemik benzetmesi aynı zamanda da, et ve kemiğin birbirine sarıp sarmalaması ve birbiriyle kaynaşması demektir.  Et ve kemik birbirini tutar ve birbiri için birer varlık sebebidir. Bu bir anlamda "muhabbet ve ünsiyet" gibidir. Bu tabiri sadeleştirmek gerekirse "sevgi ve kaynaşma" demektir. Sevgi kaynaşmasız, kaynaşma da sevgisiz olmaz. Her ikisi bir arada varsa mutluluk vardır. Sadece birinin olması mutluluğu ifade etmez. Osmanlının son zamanlarındaki düğün davetiyelerine baktığımızda; matbu olan  düğün davetiyelerinin bir çoğunda, davet metnindeki  ibarede mutlaka "muhabbet ve ünsiyet" kelimelerini bir mutluluk ifadesi olarak kullanmış olduklarını görürüz. Evlilikten beklenen ancak mutluluk olmalıdır. Mutluluk varsa ve mutlu bir aile kurulursa, yeni nesiller de bu düzende gideceklerdir. Ailedeki  sevgi ve kaynaşmayı öğrenecek ve bunun mutluluk için önemli bir değer olduğunun bilinciyle mutlu bir hayat sürdüreceklerdir. 

Eti olmayan insandan, et ve kemiğe, et ve kemikten de sevgi ve kaynaşmaya kadar bir yelpaze içinde hayatımızı ve varlığımızı mutluluk ekseninde düşünmemiz gerektiğini söyleyebiliriz. Mutlu olmanın temel şartında, sevgi ve kaynaşma olsa da, başta doğru düşünmek, iyi hissetmek ve güzel yaşamanın temel şartı da eğitim ve terbiyedir. Ancak cehalete karşı savaş açarak  ve cehaleti yenerek kulluk,  insanlık ve mutluluk bilinci oluşturabiliriz.

Profösör

21 Şubat 2012 Salı

Bu Nedir?


Benim çalışma hayatım, ilkokuldan bu yana tahsil hayatımla birlikte devam etti. Çalışarak kazanmanın ve hayatımızı idame ettirmemin ne demek olduğunu iyi bilirim. Alın terinin ne olduğunu iyi bilirim. Yığınla dersin ve kitabın altında sürmenaj olacak kadar çalıştığımı iyi bilirim. Bu tahsil hayatım boyunca devam ede gelmiş bir durumdur. Eğer çalışırsak yer, içeriz, çalışırsak okuruz, yazar, tahsil hayatına devam edebiliriz. Sonuçta lençber bir köylü çocuğuyuz. Madem ki maddi imkanlarımız yoktur, o zaman hem çalışıp hem de bir üniversiteye gidip, bir fakülte bitirerek, hayatımızı kazanmamız gerekmektedir. İlkokuldan üniversiteye hayatımızı kıt kanaat geçirsek de, kitaptan, eğitimden, kültürden geri kalmadık. Sosyal sorumluluklardan da kaçmadık. Nice zenginler çocuklarını okutamaz, eğitemez iken, bu lütfu bize bağışlayan Mevlamıza sonsuz şükürler olsun.

Üniversiteye giderken de gazeteciliğe başlamıştım. Bu mesleği isteyerek ve çok severek yapıyordum. Kendimi günden güne geliştiriyordum. Tahsil hayatım ve meslek hayatım devam ederken evlilikle birlikte bir evlad sahibi de olunca babalık duygularının bütün güzelliklerini yaşadım. O dönemler ülkemize yurt dışından ithal muz geliyordu. İthal muz hem pahalı, hem bulunmayan, hem de fakir fukaranın hayalini süsleyen bir meyve türü idi. İthal muzun büyüklüğü, tadı, hatta kabuğunun altın gibi sapsarı olması resimlerde bile insanın iştahını kabartıyor ve yutkunduruyordu. İthal muz sanki zengin ve fakirin arasındaki mesafeyi belirleyen ve toplumdaki sosyal sınıfın arasındaki uçurumları da belirleyen bir mihenk taşı gibiydi.

Oniki Eylül öncesiydi. Sağcılar, solcular, zenginler, fakirler, işçiler, patronlar derken koskoca toplum temelde iki parçaya, ama her blog da kendi aralarında binbir parçaya bölünüyordu. Biz de gazeteci merakıyla bütün gazeteleri okur, inceler ve kendimize mesleki ve insani dersler çıkarıyorduk. Günlük yayın yapan ulusal, Maoist yayın yapan radikal bir gazetenin çocuk sayfasında koskocaman sapsarı renkli bir muz resmi dikkatimi çekmişti. Resmi sayfasında kullanan gazeteci "Bu nedir?" başlığın altında resmini verdiği muzun tarifini yapıyor. Tadıyla ilgili fakir olan hedef kitlesinin çocukları üzerinden bir propaganda yapıyordu. Çocuklar ne bilsin!. Hiç böyle meyve görmemişler ve tatmamışlar ki; İlk kez bir muzun resmini görecekler ve tadı hakkında da gazetedeki çocuk köşesinde bilgi sahibi olacaklar. Hayallerinde ve rüyalarında göremediği muzu, bu fotoğrafla en azından yutkunmuş olacaklar.

Uzun lafın kısası; zor zahmet bir yerlerden ithal muz temin edip, eve götürdüm. O zamanlarda çocuğum üç yaşlarında idi. Meyveleri çok severdi. Hatta karnı meyveyle dolsa da hızını alamaz, bütün meyveleri birer diş atardı. Gazeteden getirdiğim önündeki muzu görünce çok hoşuna gideceğini düşündüğüm, muzu yedikçe, kokladıkça, tad aldıkça bunun sevincini bizlerle paylaşırken, bundan mutlu olup, keyif alacağımızı düşünürken, çocuğumuzun bu ithal, altın gibi sapsarı muza hiç ilgi göstermemesi bizi çok şaşırtmıştı. Bu ilgisizlik tepkisi o zaman için sanki bir protesto niteliğindeydi.

Profösör

20 Şubat 2012 Pazartesi

Şair Nurettin Durman Gönüldaşımızdır

Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi ve Üsküdar Belediyesinin ortaklaşa düzenlediği şiirimizin önemli isimlerinden Nurettin Durman için dün akşam bir şükran gecesi düzenlendi. Şairin de katıldığı geceye, Nurettin Durman'ın şair arkadaşları, öğrenciler, dostları ve arkadaşları katılarak şaire vefa borcunu ödemiş oldular. Bu gecede şairler, dostlar ve arkadaşları tarafından şairle ilgili anıları ve şiiri hakkında konuşmalar yapılırken, şiirlerinden de örnekler sunuldu.

Şair Nurettin Durman'la 1977 yıllarında gazeteciliğe profesyonel olarak başladığım yıllarda tanışmıştık. O dönemde de bendeniz iki ayrı ulusal gazetede karikatür de çizenlerden biriydim. Şiire de sadece okuyucu olarak ilgi duyuyordum. O yıllarda Beylerbeyi'ne yerleştim. Her gün iş dönüşü, akşamları kendisinin işlettiği berber dükkanında yarım saat, bir saat müddetle oturur, o müşterisinin saç sakalıyla uğraşırken şiirden, sanattan, estetikten, siyasetten, dostluktan ve ahlaktan sohbet ederken bir anlamda da birlikte şiir ve karikatür kritikleri yapardık. Şair Nurettin Durman berberlik yapan bir esnaf ağabeyimiz olarak dükkanını bütün yazar, çizer ve sanat erbabına kapılarını açmıştı. Her akşam orada derin bir nefes alır, bütün yazar çizer arkadaşlarımızla orada buluşma imkanı oluştururduk. Orası bir nevi bir buluşma noktamızdı. Şair ismet Özel, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç ve Ahmet Özalp gibi isim yapmış dostlarımız da bu mekanda nefes alırdı. O sırada da bir marangoza bir pano yaptırtarak, zeminini çuha ile kaplayıp dükkanın lünhal yerine astık. Artık Onun şiirleri benim de çizgilerim panoda yer alıyor, diğer arkadaşların da katkısıyla bir duvar gazetesi niteliğinde aylık sanat ve edebiyat dergimiz çıkıyordu.


Nurettin Durman ağabeyimiz şiirlerini özellikle benimle sık paylaşır, üzerinde konuşurduk. Ne yazık ki edebiyat ve şiir dergileri öbek öbek klasikleşmiş olduklarından aralarına yeni isimleri sokmazlar ve dönüşümlü olarak kendi yazdıklarını dergilerinde yayınlarlar idi. Tabi ki biz bu durumdan son derece rahatsız olduğumuzu söyleyebiliriz. Nurettin Durman'ın şiirleri çalıştığım gazetelerde yayınlanmaya başladı. Sonra da diğer dergilerde de yer bulunca şairimiz bütün enerjisiyle üst üste şiirler yazarak edebiyat dünyasında yerini almıştır. Arada arkadaşlarıyla çıkardığı "Düş Çınarı" edebiyat dergisi ve kitaplarıyla sevenlerinin gönlüne girmeyi başarmıştır.

1945’te Bingöl’ün Kür (Dikme) köyünde doğdu. Bingöl Sarayiçi İlkokulu’ndan mezun oldu (1957). Bingöl ve Elazığ’da sayacılık, tuğlacılık, terzilik, kahvecilik, berberlik yaptı. Altmış ihtilalinden sonra İstanbul’a yerleşti. 1968 yılından itibaren İstanbul – Üsküdar Beylerbeyi’nde ikâmet ediyor. 1976 yılından bu yana mesleğini icra etmiştir. Şimdilerde dükkanını kapatarak daha da kendini şiir ve edebiyata vereceğini de öğrenmiş olduk. Bu arada şiirlerini ve kitaplarını burada zikretmek istiyorum. Şiirleri; Şehrin Üzerindeki Bulutlar (1990), Haziran (1991), Savrulan (1993), Uzun Beyaz Bir Çığlık (1995), Hoşça Kal Hüzünbaz Çocuk (1998), Akşam Yedi Suları (seçme şiirler-2000), Filistin Şiirleri Antolojisi (2001), Red Şiirleri Antolojisi (2003), Güllerin Ardından (2004), Işık Oyunları (2005), Aşk Şiirleri Antolojisi (2006), Salıncakta, Sallanan Rüzgâr-Çocuk Şiirleri Antolojisi (2007), Kayıp Zaman Atlası (2007), Seni Beklerken Cancağızım Ben Böyle (2008).. Denemeleri; Uzun Günlerin Kısa Tarihi (1998), Basit Bir Şeymiş Gibi Sanki Yaşamak (2006).. Öyküsü; Mektebin Bacaları (2007).. Anısı; Öksüz Çocuklar Galerisi (2007)

Nurettin Durman ağabeyimiz; iyi bir şair, iyi bir dost, iyi bir arkadaş ve iyi bir gönüldaşımızdır.

Profösör

18 Şubat 2012 Cumartesi

Gönül Lisanı İletişimin Sihirli Dilidir


İnsan tek başına bir varlık olsa da, eğer insan bencil olarak bir hayat sürdürmeyi düşünüyorsa, tek başınalık yalnızlığın merkezini oluşturur. Varlıklar âleminde tek başına var olmak, tek başına yaşamak, düşünce ve duygularında tek başına kalmak ve tek başına hareket etmek demek; bir insanın her açıdan yalnızlık hapishanesinin, yalnızlık hücresine düşmesi demektir. Bir anlamda kişinin varlıklar ve zenginlikler içinde, yoklukları ve hiçlikleri yaşaması demektir. Oysa herkes kendinde bulunan ve kendisine bahşedilen değerleri, kendisinin dışındakilerle paylaşarak doğal bir iletişim içinde olmalıdır. Başta insanların ve diğer varlıkların aynı zamanda zorunlu olarak birbirlerinin doğal ihtiyaçlarını karşılamalarında, doğal olarak gereksinim duymaları da birbiri için elzemdir.

Bazen günlerce konuşsak, sayfalarca kitap okusak da, karşılıklı etkileşim içinde olamayabiliriz. Oysa bir anlık, suskunluk, bir kitap kapağı, bir cümle, bir kelime ve hatta bir harf bile bizi etkisi altına alabilir. Kendimizi bir gerçeğin kucağında bulabiliriz. Bir insanın jest ve mimikleri, duruşu, bakışı, davranışıyla oluşturduğu beden dili,  bir nevi iletişimdir. Bir horozun ötüşü, bir vahşi ormanda yaşayan bir kuşun cıyaklaması bir iletişimdir.  Giyim kuşamımız, kullandığımız otomobil cinsi ve markası bir iletişimdir. Minarelerdeki, kubbelerdeki alem, bayraktaki ay yıldız bir iletişimdir. Sevmek ve sevilmek iletişimdir. Saymak ve sayılmak iletişimdir. Yardım etmek ve yardım görmek iletişimdir. Derin bir bakış, hafif bir dokunuş iletişimdir.


Erkekler düşünerek, kadınlar hissederek iletişim kurarlar. Bir erkek bir kadın kadar hislerinde yoğunlaşamaz. Bir kadın da bir erkek kadar düşüncelerinde yoğunluk yaşayamaz. Onun için erkekler düşüncelerini öne alırken, kadınlar da duygularını vitrinlerler. Anneden doğan bir bebeğin doğuşta ve bebeklikte bir fikre ihtiyacı yokken, sevgiye, şefkate ve merhamete ihtiyacı vardır. Bu değerler annenin duygu yoğunluğundan kaynaklanır. Bir annenin bebeğine sevgi, şefkat ve merhamet duyma hisleri fıtrıdir. Yaratılıştandır. Doğaldır. Bebekler annelerinin sütüyle değil de sanki duygularıyla beslenirler. Anneler onun için doğurgandır. Bebekler önce annelerine emanettir. Anneler onun için annedirler. Annelerin bebekleriyle kurduğu iletişim sevgi ve buna bağlı olarak ilgidir. Bebeklerine duyduğu bu sevgi ve ilgi sayesinde aralarında bir gönül bağı oluşur. Anneler bebekleriyle yaptığı her paylaşım gönül lisanıyla yapılan bir iletişimdir. Gönül lisanıyla yapılan her iletişim;  iletişimin sihirli dilini oluşturur.

Profösör

15 Şubat 2012 Çarşamba

Viva Ma Jeepa! .. Viva Ma Jeepa!..


Sahra, yeni kurulacak bir tekstil firmasının adıdır. İlk bakışta bu isim negatif bir değeri taşısa da, bu negatiflik içinde pozitif değerler oluşturmak en büyük erdemdir. Çöllerle kaplı bir yaşam alanı içinde yaşayanlar, medeniyetten uzak, fakat tabiata yakın bir dünyanın insanıdırlar. Sahrada herşey değerlidir.  Varsa ot, çalı, börtü böcük, herşey değerlidir. Hele çok nadirattan olsa da, bir su kaynağının bulunması en büyük mucizedir. Çöl adamları bir vaha için, bin serap görmeye razıdırlar. Bir çöl adamının rüyasını ve hayallerini ancak bir vaha süsleyebilir.

 Sahra kelimesinin içinde asıl saklı olan değer, insanın uçsuz bucaksız kum tepelerinde sadece gökyüzüyle buluşması kadar sonsuzluk hissini yaşarken, aynı zamanda da kendi yalnızlığını keşfeder. Bu yalnızlık kendisini Yaratan Allah ile arasındaki ince çizginin farkındalığını da yaşatır kendisine. Çöl adamı mukadderatçıdır. Batılı bir gezgin sahrada bir bedevi rehberliğinde jeepiyle safari yaparken, uçsuz bucaksız çölde bindikleri jeepin motorunun durmasıyla korkuyor ve telaşlanıyor. Bedevi ise buna karşılık gayet doğalmış gibi rahat hareket ediyor. Yabancıya "Korkmana gerek yok. Herşeyde bir hayır vardır. " diyerek onu teselli etmeye çalışıyor. Demek ki batılı, varlıklar içinde manevi bir yokluğu, bedevi de yokluklar içinde manevi bir zenginliği yansıtabiliyor. Batılı jeepin motoruyla uğraşırken, bedevi de ona yardımcı oluyor. Motor bir türlü çalışmıyor. Jeepi arkadan birlikte iterek aracın marş yapmasını ve çalışıp yürümesini istiyorlar. Fakat bir türlü başaramıyorlar. Bedevi batılı adama aracın gölgesini göstererek, başıyla "Oturalım ve biraz dinlenelim" imasıyla, hemen birlikte oturup jeepin tekerleklerine yaslanıyorlar. Bedevi batılı adama "Biraz sabır, biraz tevekkül, Allah Kerim'dir" diyor. Sonra da belindeki kahverengi kuşaktan çıkardığı, kamıştan yapılmış flütünü üflemeye başlıyor. Flütün çıkardığı otantik nameler eşliğinde her iki adam bu çaresizliğin stresini üzerinden attıklarını hissettiklerinde, ikisi birden ayağa kalkıp araca biniyorlar. Batılı adam kendini belki de hiç tatmadığı bir manevi duygu ve içinde taşıdığı bir güce teslimiyetle aracın kontağı çeviriyor.

Batılı adam motorun çalışma sesini duyar duymaz çığlıklar atıyor. "Viva Ma Jeepa! .. "Viva Ma Jeepa!.." "Yaşasın jeepim..Yaşasın jeepim.." diye bağırırken bedevi sadece tebessüm ediyor ve batılı adamın bu sevincine karşılık rehberlik yaptığı misafirine küçük bir uyarı, fakat anlam bakımından büyük bir cümle söylüyor. "Elhamdülillah.. Herşey Allah’tandır. Biz sadece ondan yardım ister, sadece O'na kulluk ederiz." dedikten sonra; şu cümleyi de ekleyerek yollarına devam ediyorlar. "Aracımız tekrar stop edebilir. Aracın da bir dinlenmeye ve bizler tarafından da hor kullanılmamaya bir hakkı vardır"

Profösör

13 Şubat 2012 Pazartesi

Hayatımız Renklensin

Renkler ve zevkler tartışılmaz diye bir söz vardır. Yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar da karakter çeşitliliği var demektir. Yoksa her insan ayrı bir kimlik oluşturmazdı. Ayrı bir kimlik demek apayrı bir kişilik de demektir. Mesleğimiz itibarı ile renklerle çok içli dışlı olduğumuzdan, üç ana renk; mavi, kırmızı ve sarı olarak belirlenmiştir. Bu üç renkten binlerce ve milyonlarca ara renge ulaşmamız mümkündür. Bu üç ana rengin karışımından binlerce ve milyonlarca ayrı oranlarda karışımlarla apayrı bir orjinal renge ulaşmamız mümkündür.

İnsanlar da birbiriyle karışımından doğan nesillerde de genlerin birleşiminden nice sayısız karakterler, kimlik ve kişilikler oluşmaktadır. İnsan ve canlı türlerinde nasıl birbirinden binlerce ve milyonlarca değişim değerler ortaya çıkıyorsa, renklerde de o denli renk kimlikleri ortaya çıkmaktadır. Bu fikirden yola çıkarak her insanın favori renkleri olduğu gibi, haz aldığı farklı zevkleri olacaktır. Kimi insan kış mevsiminde siyah ve kahverengi bir elbise giymeyi renk ve zevk seçimi olarak görüyorsa, kimi insan da kışın elbise renk seçimini lacivert ve haki yeşili tercih etmektedir. Bu seçimin kişinin başta ruh hali ve kimliğini oluşturduğu, genlerle de ilişkili olduğunu düşünebiliriz. Aynı şekilde tercihler rengin dışında, dayanıklılık ve kullanım rahatlığı, hatta giyimde modanın hükmettiği trendlere göre de şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu duruma göre kışın kaşmir bir kalın paltoyu tercih ederken, kimisi de içi miflonla kaplı bir sentetik kabanı tercih edebilmektedir.

Bir toplum içinde hepimiz bir renk armonisini oluşturuyoruz. Renklere göre zevklerimiz, zevklere göre de renklerimiz bireysel olarak içimizde ve ruhumuzda bir ahenk içinde bizi yaşatmaktadır. Bir toplumun hem birbirini oluşturan bireysel renk ve zevkleri anlam kazanırken, hem de bir toplumun birey üzerindeki renk ve zevk anlayışları birbirini etkilemekte ve birbiriyle bir ahenk içinde karışımlar oluşturmaktadır. Bireysel renkler ve zevkler ortak payda olarak görebildiğimiz ana renklerde buluşurken, ortak zevklere de kavuşabilmektedir.

Renkler ve zevkler tartışılmaz derken, bu sözcükle insanın fikri değerlerine öncelikli olarak bir saygı ifadesi olarak algılamalıyız. Elbette fikirlerin çarpışmasından doğru, iyi ve güzel kavramlarının kazanılmasında feyiz ve bir bereket vardır. Bu bile ortak değerler içinde bizi aynı potada buluşturacaktır. Toplum demek her bireyin her bireyle kaynaşmasını sağlayacak, birbirine et ve kemik gibi sarıp sarmalayacak, islami, insani, vicdani değerlerin bütün hücrelerimize işlemesi demektir.

Profösör

11 Şubat 2012 Cumartesi

Kararlılık; İnanmak, Güvenmek ve Sonuca Ulaşmaktır

Kararlılık inanmanın, güvenmenin ve bu değerler içinde bir sonuca ulaşmanın ilk adımıdır. Bir insanın tek başına oluşturmak isdediği bazı şeyler, bir bağlantı ve paylaşma gerekmediğinden çözümü de kendi iradesi içinde olduğundan sonuca ulaşması kolay olabilir. Yeter ki insan kendine inansın, güvensin ve azmetsin. Planlı, programlı olup, bir disiplin halinde hedefine ulaşabilsin. Fakat bir insanın, yapacağı işte kendisinden başka bir muhatabına gereksinim varsa, sadece kendisinin inanması ve güvenmesiyle iş bitmiyor. Karşılıklı her ikisinin de, yani kendisi gibi muhatabının da inanması ve güvenmesi gerekiyor. Kısaca özetlersek, arz taleb meselesi haline gelen işlerde karşılıklı iki tarafın birbirini istemesi, bu isteği bir kararlık haline gelmesi gerekmektedir. Birinin iş aramasına karşılık, birinin de eleman aramasının zaruri halinde olması gerekir. Bir kişi  erkek olarak evlenme kararlılığı içinde ise, muhatabının da, yani bir kadının da  evlilik kararlılığı içinde olması gerekmektedir. Ayrıca  iş arayan bir eleman, işveren tarafından belirlenen  bütün vasıflara haiz olması gerekmiyor. Bir evlilik için de, birinin tüm vasıfları bünyesinde taşıması gerekmez. Birinde mutlaka ingilizce bilmesi, birinci madde haline gelmeyeceği gibi, diğerinde de burcunun terazi olması gerekmez. iş ve eleman bulma da,  eş bulmada ve evlenmede de  amaca ulaşmak için kararlılık göstermek essatır. Bütün vasıflar eleman ve eş adaylarında bulunsa da, kalplerin  bu işe onay vermesi karşılıklı olarak muhatabların birbirini görüp, konuşması, bir nevi mülakat yapılması demek sadece kafalarının yatması değil, aynı zamanda da   gönüllerinin  bu işe evet diyebilecek hoşnutluğu göstermesi demektir. Karşılıklı kabul etmede sadece kafaların yatması insanı tatmin etmiyor. Kalplerin ısınmasıyla iş de, eş de,  birbirini buluyor.


Profösör

9 Şubat 2012 Perşembe

Onlar da Can taşıyorlar

Bugün yine kar yağıyor. Trafiğe çıkma zorunluluğum yok. Evimde home office çalışmalarımı yürütüyorum. Evimiz sıcak. Sanki bahar havası. Pencereden baktığımda manzara güzel, büyüleyici. Çalışma masamda sıcacık, akşamdan çizdiğim, sabahleyin de közlenerek kebap olmuş, kokulu kokulu  kestaneler  tarafımdan yenmesini bekliyor.  Çayım fincanda keyifle içilmeyi bekliyor. Nice insanlar ekmek parasını kazanmak için, bu karlı kış gününde yollara dökülmüş binbir zahmetle, iş yerlerine gidiyorlar. Sokakta yaşayanlar bereket versin ki belediye tarafından toplatılıp büyük bir mekanda ısınma ve yemek problemleri çözülüyor. Sağlıklarıyla ilgileniliyor. Eskisi gibi sokakta, karda kışda donarak bir kimsesiz yaşlı ölmüştür haberleri artık gazetelerde yer almıyor. Bunun yanında bizler yine de hassas olup çevremizde bulunan ilgilenilmesi gereken düşkün insanlar varsa, insani görevimizi yapmamız ve ilgilenmemiz gerekiyor. Bunlarla da kalmadan sokaktaki kedi, köpek gibi hayvanlara ve kuşlara da yapabileceğimiz iyilikleri esirgemeden kendimize bir görev ve sorumluluk yüklememiz gerekiyor. Çünkü onlar da can taşıyorlar.

Profösör

6 Şubat 2012 Pazartesi

Hakk'a Mü'min Müslüman Olmak

Bu sabah, tam namaz vaktinde ilginç bir rüya ile uyandım. Gençlik yıllarında olduğumuz gibi rüyamda arkadaşlarla birlikte denize yüzmeye gitmişiz. Sanki İstanbul Büyükada sahilindeyiz. Deniz kenarı taşlık, kayalık, aynı zamanda da deniz yosunlu ve denizin dibi deniz kestaneleriyle dolu olduğundan rahat yüzemiyoruz.  Daha açıklarda şamandıra gibi denizin ortasında bir küçük adacık gibi duran, büyük bir kayanın üstünden denize dalıp dalıp çıkıyoruz. Bir taraftan güneşlenirken bir taraftan da sanki her birimiz başka bir şehirden gelmiş gibi de birbirimizle sohbet gidererek özlem gideriyoruz.

Gençliğimizde birlikte kütüphanelerde ders çalıştığımız,  birlikte top koşturduğumuz, birlikte gençlik hareketlerine katıldığımız ve şu an da Mecliste İstanbul milletvekilciğini sürdüren bir arkadaşımız da vardı. O bana bu geceki görmüş olduğum rüyamda "Profum ne olmuşsun sen böyle saç kalmamış. Betin benzin solmuş." deyince "Ne olacak artık ihtiyarladık" dedim. O da "Bunun ihtiyarlıkla ilgisi yok. Sanki sana bir şeyler olmuş." diye ekleyince de "Hiç sormayın.. Şekerden mustaribim. Bundan dolayı da ben bir insülin kullanıcısıyım." der demez, etrafında bulunan ve korumalarından olduğunu tahmin ettiğim bir adam da sırıtarak bizim sohbetimize müdahil oldu. Destursuz bir şekilde  "Şeker; haram yemekten kaynaklanıyor" deyince afakanlarım attı birden. Söylediği iyi bir şeydi belki ama, söyleniş şekli hiç hoşuma gitmemişti. Bu tür insanlar kraldan daha kralcı kesilen ve üzerine vazife olmayan işlere karışan ve haddini bilmeyen türlerden idi. Rüya böyle bir diyalog içinde gelişirken sanki niyetini okumuş gibi bütün birikimlerimi üzerine boşaltarak niyetinin ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini terbiye edercesine, nutuk atar gibi öğütlerimi sıralarken, vekile de yalakası korumalarına da bir manifesto niteliğinde ders vermeye çekinmedim doğrusu.

Rüyada da olsak, adamın bana bir selam vermesi ve sohbete  katılmak için sohbet edenlerden izin istemesi gerekmez miydi?.  Adabı muaşeret bunu gerektiriyordu.. Elbette biz de biliyoruz ki; bir haram lokma binbir hastalığı beraberinde getirir ve insanı bedenen ve ruhen çökertir. Bizim aldığımız eğitim ve kültür adalet, hakkaniyet ve ahlak üzerine kurulu olduğunu söylememize bile gerek kalmadan, sohbetimizi de hiç kesintiye uğratmadan muhataplarıma tebliğ etmeyi sürdürdüm. Halk ağzında "Haram lokma" bir tabir olarak yerleştiğinden, haram sadece lokmayla izah edilmektedir. Aslında haram yemek tabiri yoktur. İslam'da haram işlemek tabiri vardır ki; bu bütün kötü olan eylemleri içine almaktadır. Haram aynı zamanda her konuda da haddini aşmaktır. Bizim rüyamızdaki bu senaryoda sohbetimize destursuz dahil olan ve  karşısındakini küçümseyici bir eda ile sırıtarak bana, din ve ahlak dersi verdiğini sanan zır cahilin yaptığı gibi adabı muaşereti çiğneyen de bir nevi  Hakkı çiğneyen ve haddini bilmeyen bir adam olarak haramın içinde kendisini bulacaktır.

Rüyamda konuşmam vaaz şeklinde devam ederken konuyu İslam’ın bireyden toplum nizamına hitap ettiğini anlatıyoruz. Bir kişinin bozukluğu ve çürüklüğü bütün toplumu olumsuz yönde etkileyecektir. Sanki kurunun yanında yaş da yanar gibi, toplumda herkes birbirinin olumlu ve olumsuz yanlarının kendisine de döneceğini iyi bilmelidir. Bir gezegenin uzayda yerinden fırlayıp yörüngesinden çıkması gibi. Bir trafik seyrinde direksiyonu kırılmış ve frenleri patlamış bir kamyon gibi.. Bunların sonucunun ne olacağını kestirmek asla zor olmasa gerektir. Madem ki mü'miniz, inanıyoruz. Neye inanıyor isek o ölçüde inandıklarımızı yerine getirmeliyiz. Allah kitabında "Ancak müminler kardeştir" derken hepimizin tek vücud içinde olduğumuzu söylüyor. Arkasından da "Allah'ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın. Asla ayrılıkçı duruma düşmeyin" derken de İslam’a hep birlikte teslim olun demektir. İnsan tek başına barış içinde yaşayamaz ve tek başına salim ve selamette olamaz. Tek başına inanırız ve mümin oluruz da, tek başına müslim olamayız. Bilginlerimiz bir bireye inanıp teslim olduğundan dolayı müslim kelimesini tekil kullanmak yerine, müslim kelimesinin çoğulu olan müslüman kelimesini kullanmayı yeğlemiştir. Onun için "Hakk'a mü'min müslümanız" deriz. Bunun anlamı şudur; bireysel inanırız ama müslümlümanlığımızı çoğul olarak ve toplumsal bilincimizle yaşarız.

Ben inanıyorum. Namazımı da kılarım, orucumu da tutarım, hac ibadetimi de yerime getiririm. Zekatımı da veririm. Eh inandığımı da kelimeyi şahadet getirerek tasdik ediyorum. Gemisini kurtaran kaptanım edasıyla müslümanlık yaşanamaz. Müslümanlık iyileri hep birlikte paylaşmak, kötü olanları da hep birlikte karşı çıkmak mücahedesidir. Onun için müslümanlıkta bencilliğin yeri ve yurdu yoktur. Efenimiz "Komşusu aç yatarken kendisi tok yatan bizden değildir" sözü insanlığın marazlarına başlı başıan bir reçete niteliğindedir. Düşünen için, inanan için alınacak büyük dersler ve ibretler vardır.
 
Profösör
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...