İzleyiciler

29 Ekim 2011 Cumartesi

Cumhurun istediği Cumhuriyet ve Zihniyet değişimi

Cumhuriyetimizin seksen sekizinci yıldönümü münasebetiyle ilk kez kutlama etkinliklerinin yapılmayacağını öğrendim.  Yaşanan terör olayları ve arkasından gelen deprem felaketi nedeniyle törenler yapılmıyordu. Cumhuriyet özü itibarıyla devlet ve millet kaynaşmasıdır. Cumhuriyet cumhurun kendi iradesiyle ortaya koyduğu bir yönetim ve yönetişim biçimidir. Bu açıdan baktığımızda halkın kendi kendini idare etmesi anlamını taşımaktadır. Bunu da demokratik seçimlerle hayata geçirildiğini görüyoruz.

Cumhuriyet arapça bir kelime olup, cumhur kökeninden türetilmiş bir kelimedir. Arapça gramerde ismi mensub olarak adlandırılır. Mananın özünde mensubiyet vardır. Cumhuriyet, cumhura ait demektir. Cumhuriyet, halka, topluma ve millete ait demektir. Bir nevi cumhurun oluşturduğu bir değerdir Cumhuriyet. Bu düzen ve intizam içersinde millet kendi iradesiyle kendisini yönetmelidir. Bazı yabancı dillerde olduğu gibi; Cumhuriyet kelimesi, arapçada müennes, feminen yani dişil bir kelimedir. Arapçada her müennes kelime çoğul hükmünde olup, her çoğul kelime de müennes hükmündedir. Bu kelime tek başına bir ibare içinde okunduğunda  "Cumhuriyye" olarak okunmaktadır. Cumhuriyye'nin çoğulu "Cemahiriyye" olarak kullanılmaktadır.

Cumhuriyetimizin kuruluşu, emperyalist güçlere karşı kazanılan "İstiklal harbi" sonrasında ilk meclisin dualarla açılmasıyla gerçekleşiyordu. Millet iradesi aynıyla ilk mecliste kendini ifade ederken, ne yazık ki; daha sonraları bağımsızlığımızın özünü teşkil eden değerlerin aksine kültürel bağımsızlığımız, batı medeniyetinin sömürgesine teslim edildi. Batı; topla, tüfekle yenemediği bir milleti, cumhuriyet sonrası, batı tipi ve batı kültürünün kölesi olabilecek insan modelini, kültür sömürüsüyle insanımızın anlayışına hükmedecek, yasal düzenlemeleri etkileyecek şekilde baskılar oluşturmuştur. Cumhuriyet değerleri, milletin öz değerleriyle değil de batı değerlerini topluma dayatacak şekilde bir nevi batı güdümünde kurum ve kuruluşlar şekillendiriliyordu. Sonuçta Cumhuriyetimizin seksensekizinci kuruluş yıldönümüne kadar geçen zaman içinde bir çok yasal düzenlemelerle devlet ile millet arasında derin uçurumlar da oluşturulmuş oldu. Yeni Cumhuriyet'in nimetlerinden faydalanan insiyatifli bir azınlık oluşturulurken, bir yandan da millet kendi yağıyla kavrulan, öz yurdunda parya gibi çalışan büyük bir toplum oluşturulmaktaydı. Harf inkılâbı, kıyafet kanunu dâhil, ard arda gelen yasalarla, önce milletin tarihiyle göbek bağı kopartılmış oldu.  Sonuçta geldiğimiz noktaya bakınca, insiyatifli, çatık kaşlı devlet bürokrasisi, bu insiyatifli sınıfa karşı sempati duyarak ona bağlı olanlar, bir de milli iradesinin yansımasını isteyen, sosyal adalet ve milli bağımsızlığı bir mefkure haline getiren kesimler olarak, bu millet kavramı içinde yerini alır oldu. Emperyalizmin en büyük amacı, bir bütünü bölüp, parçalara ayırıp, lokma haline getirerek kolayca yutmaktır.

Cumhuriyet milletlerin bir arada adalet ve ahlak düzeni içinde yaşamalarını sağlayan bir yönetişim biçimi olmalıdır. Her milletin kendi anlayışı ve değerlerine göre bir cumhuriyeti vardır. Türkiye Cumhuriyet'i bizim birlik ve beraberliğimizin bir sembolü olmalıdır. Cumhuriyet değerleri evrensel insanlık değerleri içinde barındırmalıdır. Cumhuriyet varsa, birlik ve beraberlik ruhu olmalıdır. Cumhuriyet hakiki değerleri taşımıyorsa toplumda çapulculuk vardır. Kaos vardır. Ayrımcılık ve bölücülük vardır. Cumhuriyet madem ki fazilettir. O halde bölünmeye, parçalanmaya değil, insanlığı yüce değerlerde birleştirecek bir amil olmalıdır. Cumhuriyet rejimi fazilettir derken; fazilet karşılıklı yöneten ve yönetilenin birbirinden hoşnut olduğu, varlıklarıyla övündüğü bir rejimdir. Cumhuriyet varsa, hak ve adalet olmalıdır.. Kardeşlik ve dostluk olmalıdır. Sevgi ve kaynaşma olmalıdır. Cumhuriyet varsa, huzur ve mutluluk olmalıdır. Anarşi, terör ve anomi olmamalıdır. Bu açıdan bu bayram, belki farklı bir formatta kutlanmalıydı. Afetzedelere yapılan bütün yardımların özünde Türk bayrağı sembolize edilmeliydi. Yeni bir anayasa yapımı aşamasında, milli birlik ve beraberliği pekiştiren toplantılar, konferanslar, seminerler, paneller gibi aktiviteler yapılmalıydı. Bunun gibi başka değerlere de bu günün anlamına yakışır çalışmalar yapılabilirdi. Yoksa görevini hakkıyla yerine getirmeyen hantal devlet anlayışının yaptığı, tanklı, tüfekli, füzeli gösterilerle, yapmış oldukları hamaset nutuklarıyla Cumhuriyet kutlanamaz. Cumhuriyet kavramına yeniden hakettiği yeni değerler atfedilmelidir. Cumhuriyet varlığıyla, birey ve toplumumuza maddi ve manevi açıdan yüceltecek bütün değerleri kazandırabilmelidir. Bu da ancak; birey ve toplumumuzu bilinçlendirecek zihniyet değişimi yapacak ve gerekli eğitimlerin yapılmasıyla gerçekleşebilecektir.  Cumhurun, halkın ve milletin istediği de budur. Yeni anayasa çalışmalarında dikkat edilecek en önemli husus,  millet iradesinin kendisinde cevap bulduğu bir anayasadır.

Yazı ve grafik : Profösör

27 Ekim 2011 Perşembe

Aklımızı Başımıza Devşirmeliyiz

Bütün Türkiye'yi mateme boğan son bölücü örgütün saldırısıyla yitirdiğimiz şehit askerlerimizin, polislerimizin ve sivil vatandaşlarımızın acısını yaşarken, hemen akabinden bütün Türkiye'yi sarsan, büyük bir depremle karşı karşıya kaldık. Doğu bölgemizde de bulunan Van ve Erciş'te vuku bulan bu acılı deprem, yine aynı şekilde doğudan batıya, güneyden kuzeye bütün milletimizi mateme boğmuştur. Terörün verdiği zayiata karşı duyulan matemden de öte bir nefrettir, Lanetlemedir. Fakat depremin getirdiği duygu ve düşüncemiz, takdiri ilahidir, teslimiyettir.

Deprem olur olmaz bütün Türkiye, ferd ferd ve sivil kuruluşlarıyla yardımlaşma konusunda adeta yarışma halindedirler. Milyonlarca bağışlar kampanyalarla elde edilirken, bir annenin, depremde annesini kaybetmiş depremzede bir süt bebeğe annelik yapabileceğini ve onu emzirebileceğini belirtmesi kadar manidar bir durum olamazdı. Evini depremzedeye açanlar, turizm bölgelerinde otelini barınak için açanlar, depremzede çocukları okutmak isteyenler, deprem bölgesine okul, hastahane öğrenci yurdu ve iş sahası açmak için fabrika kurmak isteyenler bağışlarını söylerken bizlerde gözyaşlarımızın akışını durduramadığımıza şahid olduk. Bu duygu, öyle bir garip duygu ki; bir taraftan üzülürken, bir taraftan da bu milli seferberlik duygusunun verdiği gurur ve sevinçle de gözyaşlarımızı tutamıyorduk.

İnancımız gereği "Her şerde bir hayır vardır" derken bu depremin oluşturduğu birlik, beraberlik ve kardeşlik duygusunu da oluşturduğu görmemezlikten gelemeyiz. Bu depremle birlikte, topyekûn bir millet olduk. Kardeş olduk. Yaralarımızı sarma konusunda görülmemiş bir refleks gösterdik. Bu kaynaşmayla dayanışmamız, depremzedelerimizin ereceği huzur ve rahatlığa kadar sürecek ve bu birliğimiz ilelebet devam edecektir. Zaten bu davranış; insanımızın yapısı ve yaratılışında var olan güzel bir haslettir. Bu deprem bize kardeşliği gösterdi. Kalpten birbirimize bağlı bir millet olduğumuzu gösterdi. Bu deprem bölücü terör örgütünün ve vatan hainlerinin sonunun geldiğini gösterdi. Bu deprem insan olduğumuzu ve vicdan sahibi olduğumuzu gösterdi.

Van'da, Erciş’te olan bu yıkıcı depremin aynı zamanda da bize bir ikazı vardı. Deprem öldürmez; binalar öldürür. Yasalara ve bilimsel tekniklere aykırı olarak malzemeden çalınarak yapılan çürük yapılar insanı öldürür. Suistimaller insanımızı öldürür. Her ne olursa olsun biz aynı zamanda yine tek bir yürek oluruz mantığı da çürümüştür. Depreme herkes hazır olmalıdır. Üzerimize düşenleri ihmal etmeden yerine getirmeliyiz. Aynı zamanda yangın, sel, deprem gibi afetler yaşanırken olumlu gelişmelere katkıda bulunmalıyız. Gereksiz olarak incir çekirdeğini doldurmayacak ve maksadını aşan tartışmalara izin vermemeliyiz. Her anlamda kendimize çeki düzen vermeliyiz. Aklımızı başımıza devşirmeliyiz. Bilinçli olmalı, bilinçli olarak da kardeşçe ilelebet mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamalıyız.

Yazı ve Grafik : Profösör

23 Ekim 2011 Pazar

Bir kez ölürüz.. Bin kez doğarız.


Günümüz birlik ve beraberlik günüdür. Bütün dünya evrensel değerlerde birlik ve beraberlik şuuruna ermedikçe huzur, mutluluk, refah ve barışa ulaşabilmeleri mümkün değildir. Dünyanın bir yerinde çıkan bir felaket, diğer yerlere de ister istemez sirayet etmektedir. Bir felaket arkasından birçok felaketin oluşumunu ard arda tetikleyebiliyor. İnsan yaratılış olarak ulvi bir varlık olmasına rağmen, bu ulviyetinin kıymetini bilmemektedir. Güçlünün haklı olduğu bir dünya içinde yaşıyoruz. Güçlüler zulmünü güçsüzler üzerinde hükümranlık kurmak emelini taşıyor. Bu emel için; bir taraftan kendisinden güçsüz insanların efendisi olurken, bir taraftan da kendisinden güçlü insanların kölesi durumuna düşmektedir. İnsanlık maalesef bütün değerlerin yitirildiği ve haklarının gasp edildiği, emperyalist güçlerin sosyal mühendislik tuzaklarına düşebiliyor. Böylece güdümlü olarak, insanlar bir kurtuluş mefkuresine göre değil de, bir kaos ortamında, sloganlar içinde boğularak kendilerine yer bulmaya çalışıyorlar..

Merhum büyük düşünür ve yazar Cemil Meriç "Maverayla göbek bağını kesmiş bir dünyanın insanı, ya intihar eder, ya da isyan" derken özellikle "anarşi, terör, anomi" konusu üzerinde ısrarla durmuştur. Anarşi her yerde, her düzende, her çağda baş gösterebilmektedir. Anarşi, fitne, fesat, kaos yaratmakla önce zihinleri kirleterek, isyan tohumlarını ekmektir. Olmayacak hülyalarla hakikate karşı çıkıştır. İnsanları gayri nizami olarak galeyana getirmektir. Terör ise; hiçbir felsefi ve sosyal bir sisteme bağlanması mümkün olmayan bir kavramdır. Her çağda, her ülkede ve her düzende insanlığın başına bela olan bir öfke, bir isyan, bir intikam belirtisi olmakla birlikte, özellikle terörizm dış güç ve emperyalistlerin taşeronları tarafından sağlanan gayri insani, ve gayri vicdani eylemlerdir. Anomi ise insanlığın yaşamakta olduğu maddi ve manevi buhrandır. Anomi şuursuzluk demektir. Bütün değerlerin tepetaklak olması demektir. Çürüyüş ve çöküş demektir..

Sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamak istiyorsak anarşi, terör ve anominin çıkış noktalarını yok etmemiz gerekmektedir. Hepimiz birimizden sorumlu olduğu bir sorumluluk duygusunu taşımalıyız. Birimizin sevinci hepimizin sevinci olmalı, birimizin canı yandığında da hepimiz bu acıyı yürekten duymalıyız. İşte o zaman kötülüklere, çirkinliklere ve yanlışlıklara göğüs gerebiliriz. İşte o zaman "Bir kez ölür, bin kez doğarız."

Yazı ve Grafik: Profösör

Not: Terörden şehid olan askerlerimize, depremden vefat eden insanlarımıza Allah'tan rahmet diliyor, ailelerine, yakınlarına ve bütün millet olarak başımız sağolsun diyorum.

18 Ekim 2011 Salı

Yaşadığımız dünyaya, Ahiret penceresinden de bakmayı bilmeliyiz.

Lise çağımızda "Yaş Otuzbeş.. Yolun yarısı" şirini okuduğumuzda, "daha yolun yarısında değiliz" diyerek sanki hiç yaşlanmayacakmış gibi gençliğimizle övünür dururduk. Gözümüzü budaktan sakınmaz, gençliğin verdiği cesaretle sanki dünyayı biz kurtaracakmışız gibi bir fikir içinde kendimizi bulurduk. Bu mefkûreyle de bütün harçlığımızı kitaplara yatırır, farklı dünya görüşleri ve felsefeyle tanışır, inandığımız değerler için bir gayeye baş koyardık. En büyük mefkûremiz ise; bilgili ve bilinçli olarak davranışlarımızla herkese örnek ve önder olmaktı. Herkesin hayranlık duyacağı bir insan olarak bütün kazanımlarımızı paylaşmaktı. Bizim için otuzbeş yaş o zaman için uzak olsa da, otuzbeş yaşın bir çekiciliği de vardı. Otuzbeş yaşın en çekici yanı ise olgunluk çağı olarak bilmiş olmamızdı.

Yaşımız otuzbeşe gelince de sanki kendimizi ömrümüzün tam orta noktası olarak algılıyorduk. Demek ki "Otuzbeş Yaş" şiiri bizi etkisi altına almıştı. Gerçekten de baktığımızda geçmişimizle ve yaşanmışlıklarımızla bir takım kazanımlarımız olmakla birlikte, yanılgılarımızdan da ders almasını bilerek bir tecrübe sahibi olduğumuzu da bilmekteydik. Bundan sonraki evre içinde daha da olgunlaşarak insanı insan yapan ahlak değerleriyle, onurlu bir hayatın da sırlarını öğrenmeye çalışıyorduk. Kendimizi daha iyi tanımalıydık. Hayata dair kendimize ait bir felsefe oluşuyor ve bunu bir fikri ve hissi tekâmül olarak algılayarak, hayatımıza yansıtmalıydık. Yaşamız kırk, elli derken en önemli değerlerin itikat, ibadet ve ahlak ekseninde dostluk mertebesine erişme olduğunu anlamış olduk.

Dostluk kavramı ancak fedakârlıklarla anlatılabilir. Dostluk demek; herkesle, herşeyle barışık olmakla birlikte, fedakârlık etmek, karşılık beklemeksizin, hiç bir çıkar hesabı yapmadan bütün kazanımlarımızı paylaşmak demektir. Ancak bu Hazreti Ebubekir kadar cömert olmak, İslam'a sadakatle bağlı olmak ve hayatımızı ancak hidayet üzere yaşamakla olacaktır. Bu değerlerle bezenen kişi dünyaya bakarken aynı zamanda ahiret penceresinden dünyaya bakabiliyorsa, hayatın ve ölümün, ezel ve ebedin sırrına ermiş olacaktır. Böylelikle herşeyin bizler için bir ayet, bir delil olduğunu bilecek ve her değerin bizler için birer ibret vesikası olduğunu anlamış olacağız. Aksini düşünerek yaşayan insanların kalpleri mühürlenir, ölüm bu gibi kişiler için bir ibret vesilesi bile değildir.  Ölümün ve ölünün karşısında son görev yapıldığı sırada,  Allah'a yakın, garib insanlar cenaze namazını kılarken, kendilerini üstün gören bir takım insanlar da kibirlileriyle uzaktan cenaze merasimini izleyerek, siyah ve matem güneş gözlüklerinin ardına saklanıp en büyük hakikatle gözgöze gelmekten sakınırlar. Dünyaya ahiret penceresinden bakan insanlar ise, daha mutlu, daha huzurlu bir şekilde hayatı yaşayanlardır. Dünyada mal, mülk ve makam hırsı içinde yaşayanlar, kendilerini, lüks, şaşa'a ve safahat içinde geçirenler, kalpleri mühürlenecek, basiretleri bağlanacak, daha bu dünyada yaşarken, hakikat yerine bir yalanın kucağına düşeceklerdir.

Profösör

13 Ekim 2011 Perşembe

Kıyamet koparsa, hepimiz birlikte kıyameti yaşarız

Hayat; yaşamaktır.. Canlılıktır.. Diriliktir. Bütün canlıların neslinin devamıdır. Bu hayat tarifi; çok kolay bir tabir gibi gelebilir insanlara. Önemli olan bizim nasıl yaşadığımızdır. En az balta girmemiş ormanlarda yaşayan çanlılar kadar fıtri bir hayatımız, doğal bir yaşam anlayışımız olması gerekir. Yaşadığımız bu hayatı neye göre değerlendirmeliyiz.  Doğruluk, iyilik ve güzellik kavramlarını neye göre ve ne ölçü içerisinde değerlendirmeliyiz ki, yaşantımız, tavrımız ve davranışlarımız doğal olsun ve fıtri bir özellik taşısın!  Bütün mesele bunu kavrayabilmekte. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki insanlık kendi kendine zulüm ediyor.  Doğal hayatın dengelerini bozacak şekilde davranıyor. Özgürlüğü kölelik düzeni içinde buluyor.  Nefsinin, arzularının, ihtiraslarının esiri oluyor. Kendisiyle yabancılaşabiliyor. Sevgi, şefkat ve merhamet duyguları köreliyor. Ancak kendi ruhunun imparatoru olmak istiyor. Kendi kendine çelişiyor. Ulvi inançlar, ahlak ve adab nedir bilmiyor. Gündelik yaşıyor. Tüketiyor. Aslında böyle düşünüp, böyle yaşamakla kendini tüketiyor. Geleceğini tüketiyor. Soyunu sopunu tüketiyor. İnsanlığını tüketiyor. Evrendeki varlığını ve bütün varlıklar karşısında itibarını tüketiyor.

Hayvanlar ve diğer canlılara gelince, onlar da ilk yaratılıştan bu yana doğal hayatını yaşıyorlar. Onların doğal ve fıtri hayatlarını yaşamakla nesillerini devam ettirmeleri gibi doğal ve fıtri hakları vardır. Oysa biz insanlar onların var oluşlarıyla birlikte bu dünyayı paylaşırken, onlara dürüst davranmadan geleceklerini yok etme tehdidi içinde bulunuyoruz. Oysa onların varlıkları bizim varlığımızla, biz insanların varlığı da onların var olmasıyla eşdeğerdir. Kıyamet koparsa, hepimiz birlikte kıyameti yaşarız. Tsunami olursa hepimiz içinde boğuluruz.. Kendi kendimizin kölesi olmak yerine ancak Allah'a kul olursak, sevgi, şefkat ve merhamet sahibi oluruz. Fıtri ve doğal hayatı ancak öyle yaşayabiliriz. 

Profösör

10 Ekim 2011 Pazartesi

Doğru düşünme mantığıyla karikatür çizmek


İletişimin dili sadece ses ve görüntüden ibaret değildir. Çok şey yazabilir ve çok şey çizebiliriz. Fakat bunlarla meramımızı anlatamayabiliriz. Çok şey yazmanın ve çok şey çizmenin bir karşılığı tepkisizlik de olabilir. Bazen hiç hareket etmemenin, görünmemenin, suskunluğun binlerce kez haykırışın yerini tutabilir.  İletişim dili bazen haykırmak, bazen sessizliğe gömülmektir.  Çünkü günümüzde herşey bir iletişim mecrası halini almıştır. Bir karikatür, bir haber, bir yorum, bir fotoğraf, bir grafik, bir animasyon hepsi birer anlatım şeklidir. Bu anlatım şekli içinde bir fikir, bir duygu, bir emek ve bir eforun olduğunu biliriz.  İletişim sanatları dediğimiz zaman bilinen bütün mecralarda konu olacak herşeyin anlatımında, sanat becerileriyle yer alması demektir.  Karikatür sanatı da bunlardan biridir. Karikatür sanatı belki de sanat yapmanın en zor şeklidir. Güldürerek ve düşündürerek, olumlu ve olumsuz gelişmeleri, karikatür okuyucusunu bilinçli bir tavır aldıracak şekilde etkileyerek anlatmaktır. Karikatür sanatı doğru bir mantıkla hakaret ederek hicvetmektir. Karşımızdaki kişiyi ahlaki, insani ve vicdani bir sıkıntıya sokmadan konumunu belirlemek ve bu konuda izleyicileri bilinçlendirmektir. Sanatların amacı bilinçli bir toplum oluşumuna katkı sağlamaktır. Sanatçılar ancak bu şekilde bir değer ifade edilirse, toplumun bilinçli ve aydın kişileri sayılırlar. 

Bu karikatür görsel olarak grafik mantığına göre yapılmış olup, "yazısız" olarak neşredilmiştir.  İlk bakışta savaş ve barış konseptini betimlemektedir. Mavi gökyüzünde savaş uçakları bir tarafta, bir tarafta da barışı simgeleyen kuşlar karşı karşıya uçmaktadırlar.  Savaş uçaklarının karşısındaki kuşlar ise turnalardır. Turnalar bir göçmen kuşları katagorisinde yer alırlar. Uçuş biçimi ve düzeni "A" harfi biçimindedir. Buradan onların bir grup turna olduğu kanatine varıyoruz. Açıkçası turnaların görsel biçimleri de bu şekildedir. Bu karikatürü çizen sanatçı burada bir yanılgıya düşmektedir. Gökyüzünde her tür kuş uçabildiği gibi, her tür de uçak veya hava taşıtı uçmaktadır. Biz insanlar huzur ve mutluluğumuzu düşündüğümüz için, hiç bir yerde savaşın olmasını istemeyiz.  Buna mukabil doğal olarak barışın hüküm sürmesini istemekteyiz. Barışı da turnalar betimleyemez. Barışı güvercin betimler. Ayrıca barışı barış güvercini betimler. Barış güvercini gagasında bir zeytin dalı bulundurur. O halde savaş uçaklarının karşısında barışı temsil eden ve gagasıyla zeytin dalı bulunduran bir güvercin olmalıydı.

Çizerin yanılgısı ise, turnaların uçuş düzeniyle savaş uçaklarının uçuş düzeni arasında bir benzerlik kurmuş olmasıdır. Bizler yazı da yazsak, karikatür de çizsek, film de çeksek, mutlaka yaptığımız işin bir alt kültürüne sahip olmalıyız. Yoksa yaptığımız her işte doğru düşünme mantığıyla değil de, yanılgılarımızla hareket etmiş oluruz. Doğru düşünme mantığı demek, bir konseptin bütün unsurlarıyla bilgi sahibi olup, onu içselleştirerek, kendi yeteneklerimizle birleştirip sağlıklı  bir iletişim dili oluşturmaktır. Bu dil; etik ve estetik değerleri taşıyorsa, ancak o zaman doğru bir iş yapmış sayılırız.

Profösör

8 Ekim 2011 Cumartesi

İstanbul'da yaşıyorum.. İstanbul’u özlüyorum...



İstanbul'u seviyorum. İstanbul'da yaşıyorum ve İstanbul’u özlüyorum. Gün geçtikçe İstanbul'u daha iyi anlıyorum, İstanbul da beni daha iyi sarmalıyor. İstanbul'un tarihi, coğrafyası, fiziki ve siyasi durumu bir tarafa İstanbul, İstanbul olduğu için İstanbul'dur. İstanbul fizikiyle, kimyasıyla hayatımıza efsunlu bir iklim sunuyor.  Çamlıca tepesinden gurup vaktinin izlenilmesi, Boğaz'a akseden rengarenk ışıklar, tarihi yarımada, Sarayburnu’ndan  ard arda, sıra sıra camiler, minareler, kubbeler, kuleler.. Birbirine karışan vapur düdükleri, martıların çığlıkları, Boğaziçi’nden geçen büyük gemilere rehberlik yapan yunuslar.. Galata’yla başlayan oteller, gökdelenler, Manhettan'ı aratmayan görüntüler.. Galatada köprüsünde balık tutan insanlar.. Yazarlar, çizerler, sanatçılar.. Gazeteciler, reklamcılar, yabancılar, turistler.. Kafeler, restoranlar, eğlence yerleri.. Fuarlar, sergiler, seminerler, konferanslar, paneller.. Sosyal sivil kuruluşları, dernekler, kulüpler, gruplar, farklı oluşumlar..

İstanbul herkesin içinde bir özlemdir. Bir aşktır, bir sevdadır.. Maceradır. Neyi ararsanız bulabileceğiniz bir metropoldür İstanbul. Çinlisi, Japonu, Afrikalısı, Rusu, Moldovyalısı, Arabı, Acemi, Hintlisi, Pakistanlısı, İngilizi, Fransızı.. Bütün milletlerden, bütün ırklardan birer tutam bulunur, içinde barındırır. Şıracısı, Kelle, paça, işkembecisi.. Her türlü satıcının bulunduğu İstanbul.  Neyi, nasıl anlatabilelim ki İstanbul anlaşılmış olsun. Ya mezarlıkları, türbeleri, dedeleri.. Ya aşıkları, avareleri, derbeder ve pejmürdeleri.. Delileri, divaneleri, meczupları ve mecnunları.. Hepsi birer değer değil mi !..

Fotoğraf:

Bu Hurşit Akyıl'ın objektifinden görüntülenen bu fotoğraf Boğazda eski tabirle "Şirketi Hayriyye vapuru" dediğimiz, şimdi ise İstanbul büyükşehir Belediyesinin işlettiği vapurun dış tarafında yolcuların oturması için belirlenmiş bölümden akşamın karanlığında alınmış bir pozdur. Bir vapur.. Bir boğaz.. Bir Boğaziçi köprüsü.. Renkler içinde renkler. Vapur içinde bir ben, bir ben içinde İstanbul..  içinde bir ben..

İstanbul ile ilgili söylenen sözler:

"Ya ben İstanbul’u fethederim, ya da İstanbul beni" (Fatih Sultan Mehmet)
"Ah İstanbul! Beni büyüleyen isimlerden en çok büyüleyeni yine sensin" (Pierre Loti)
"Dünyaya son kere bakacaksın deseler bu bakışı İstanbul un Çamlıcasın’dan isterdim"  (Lamartine) "Dünyada İstanbul kadar güzel görünüşlü başka bir kent bulunmadığını söyleyenler, gerçekten haklıymışlar" (Chateaubrıand)
"İstanbul’a sahip olan bütün dünyaya hükmeder. Dünya tek bir devlet olsa idi, taht şehrinin İstanbul olması gerekirdi" (Napolyon Bonapart)
"İstanbul dünyanın gerçek başkentidir. Coğrafya konumu bakımından dünyada rakibi yoktur" (Joseph Heller)
"İstanbul biricik ve kıyas kabul etmeyen bir şehirdir. Manzarasının güzelliği asla çizilemez" (Alphonse De Lamartine)
"Dünyadaki bütün şehirler yok olabilir fakat İstanbul gönüllerde yaşamaya devam eder" (Gyllius) “İstanbul dünyanın gerçek başkentidir. Konumu bakımından yeryüzünde rakibi yoktur" (Joseph Hellert)
“İstanbul yeryüzünün en güzel şehridir” (Anton von Prokesh)
“İstanbul’dan daha muhteşem bir manzara yeryüzünde yoktur” (Lady Dorina Neave)
“Diğer bütün kentler ölümlüdür, ama sanırım İstanbul, insanlar var oldukça yaşayacaktır." (Petrus Gyllius)
"Bütün dünya, bu kentin dünyanın en güzel yeri olduğu düşüncesindedir" (Edmondo De Amicis)
"İstanbul olağanüstü durumunu Haliç, Marmara Denizi ve Boğaza borçludur" (Andrea Horn)
"İstanbul eskiden beri Avrupa ve Asya’yı birleştiren büyülü (tılsımlı) ve adeta kutsal bir mühürdür"  (Gerard De Nerval)
"Yeryüzünde İstanbul kadar uygun bir yere kurulmuş bir şehir yoktur"  (İspanyol gezgin Pedro)
"Eski ve yeni bütün yazarlar İstanbul’un dünyanın en seçkin yerinde bulunduğunu bilir"  (Ermeni Coğrafyacı İnciciyan)
"Doğu ile Batıyı çok iyi birleştiren, insana her alanda özgürlük sunan emsali olmayan bir şehir "  (Max Müller)
"İstanbul, önünde şair ile arkeologun, diplomat ile tüccarın prenses ile gemicinin, Kuzeyli ve Güneylinin, hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı evrensel ve son derece büyük bir güzelliktir. Bütün dünya, bu kentin dünyanın en güzel yeri olduğu düşüncesindedir" (Edmondo De Amicis)

6 Ekim 2011 Perşembe

İstanbul'un kurtuluşu

Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı Devleti’nin müttefikleri (İngiltere, Fransa, Rusya) yenilgiyi kabul edip, savaştan çekildikten sonra, bu durumla birlikte Türk Milleti de yenilgiye uğratılmış sayıldı. İtilaf Devletleri, 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti ile birlikte imzaladıkları Mondros Ateşkes Antlaşması'na dayanarak, 13 Kasım 1918 tarihinde, Osmanlı'nın başkenti İstanbul'a girdiler. Dolayısıyla işgal 16 Mart 1920’de resmen başlamış oldu. Harbiye Nazırı Cemal Paşa'nın evi basılarak paşa öldürüldü. Sonra, Harbiye nezareti ablukaya alınarak İngiliz General Shuttleworth Harbiye nezaretinin kontrolünü eline aldı. Daha sonra, Meclis-i Mebusan basılarak mebuslardan Albay Kara Vasıf Bey ve Rauf Bey İngiliz askerleri tarafından tutuklandı. Tüm bunlara rağmen, 18 Eylül 1923'de Batı Anadolu tamamen düşmanlardan temizlendi. Mudanya Ateşkes Antlaşması'yla İstanbul, Boğazlar Bölgesi ve Doğu Trakya kurtarılmış oldu. Bunun yanında, İmzalanan Lozan Barış Antlaşması gereğince de düşman askerleri, 2 Ekim 1923 günü düzenlenen bir törenle Türk Bayrağı'nı selamlayarak şehirden ayrıldılar. Bunun üzerine Türk Ordusu, 6 Ekim 1923 günü bir bayram havası içinde İstanbul'a girdi. Bu kutlu gün, her yıl 6 Ekim’de “İstanbul’un Kurtuluşu” olarak kutlanmaktadır.

4 Ekim 2011 Salı

Dua; Yüce Rabbimizin himayesine sığınmak demektir

Dua insanın kendisiyle yaratanı arasında başbaşa en açık bir şekilde dertleşmesidir. Bizler O'nun kulları olarak günahkârız ve mücrimiz. Buna mukabil O Rahmandır. O Rahimdir. O Gafurdur. Biz kullar olarak;  bin kere tövbe eder, bin kere tövbemizi bozmamıza rağmen yine bütün günahlarımızla, boyun büküşlerimizle O’nun huzuruna çıkabiliyoruz. O'ndan hidayet, af ve mağfiret dileyebiliyoruz.  Biz kulları olarak ancak O'na kulluk eder ve ancak O'ndan yardım isteriz.

Yaşımız her ne olursa olsun insan ömrü nice sıkıntılar, nice ıstıraplar, nice darlıklar, mutsuzluklar ve huzursuzluklarla doludur. Bizler bireysel olarak da toplumsal olarak da nice buhranlar, nice travmalardan geçiyoruz. İnsanlık onuruna yakışmayan bir hayatı paylaşan insanlarımız için bir çıkış yolu, bir kurtuluş yolu olmalı. Herkes düşündüğü, hissettiği ve yaptığı tüm işlerin yansımasını iyi yada kötü olarak bir bumerang gibi kendisine döndüğünü iyi bilmeli.  Bir başkasının yaptığı hata ve suçlardan da kendisine orantılı olarak isabet ettiğini bilmeli. Bize düşen görev doğru yolda hidayet üzerinde iyilik ve güzelliklere koşmak, kötü ve çirkinliklere karşı da bir mücadele kampanyası içinde bulunabilmektir. Yaptığımız herşey doğru olmayabilir. Fakat iyi niyet esasıyla yapılan herşey, dualarımızla bütünleştiğinde bizi koruyacağı inancını taşımalıyız.

Dua; her varlığın yaratılış sebebinin bir ifadesidir. Bütün varlıklar dua halindedir. Dağlar, taşlar, çiçekler, böcekler Allah'ı tesbih eder. Zikreder, şükreder.. Allah ile yaratılanlar arasındaki iletişim, af edenle af dileyen arasındaki bir olgudur. Af dileyen, önce pişmanlık duyacak, kendini bilgiyle donatacak, bilinçlenecek, sonra da dualarında bütün isteklerini Allah’tan isteyecek. Dünya hayatı fani olduğuna göre, dünyada da rahatlık olmayacağına göre, dünya hayatı mihnet ve meşakkatlerle doludur. Altından kalkamayacağımız yüklerin altında bazen ezilir gideriz. Maddi ve manevi bunalımlar içinde buluruz kendimizi. Bu durumlarda hayatımızı bir gözden geçirmeliyiz. Düşünce tarzımız ve hayat anlayışımızda bir takım değişiklikler olabileceğini bilmeliyiz. Gittiğimiz yol bizi yanlışlıklara götüren, bizi üzüntü, gam ve keder boğan bir yol olabilir. Bu durumda dua bir anlamda kişinin kendisini yenilemesi ve kulluk görevi bilinciyle Yüce Rabbinin himayesine sığınmış demektir.

Profösör

1 Ekim 2011 Cumartesi

"Güzel Söz, Sadakadır" (Hadis-i Şerif)

Mü'minler birbirlerinin azaları gibidir. Keşke hepimiz hep birlikte olsak da, Allah'ın ipine sarılsak. Tefrikaya düşmesek..

Bin şikayetim olsa var demem.. Bu canı taşıyorsam eğer, bu bir lütuftur yok demem.

Kara kara gözler ona buna bakmasın.. Gariplerin yüreğini yakmasın.. Eğer içine düşerse bir ateş.. Bu dostluktan değil aşktan olmasın..

Aşkı dostlukta ararsan çok bulursun.. Dostluğu aşkta ararsan yok olursun..

Ham meyve koparılmamalı dalından.. Sevenler ayrılmamalı nazlı yarinden..

Umudumuz varsa nefes alabiliriz demektir. Nefes alabiliyorsak da umudumuz var demektir.

Bir anlık dalgınlık bir otomobil sürücüsünü zincirleme kaza yaptırtabilir.

Kaf dağından kaçtım..Yusuf’un kuyusuna düştüm.. Çile mi çektim, zikir mi çektim bilesim yok..

Bir anlık dalgınlık bir otomobil sürücüsünü zincirleme kaza yaptırtabilir.

Ettekrarü ahsen velev kane yüsseksen" Bu söz öğrencilerin dersi tekrar etmesi için söylenirdi.

Selam Allah'ın selamıdır. Mutlaka veririz..

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...