İzleyiciler

30 Mayıs 2011 Pazartesi

MAHZUN AYASOFYA.. MUTLAKA BİR GÜN HAKKETTİĞİN DEĞERİ BULACAKSIN !..


Fatih Sultan Mehmed Han'ın Ayasofya ile ilgili vakfiyesi
İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar. Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun. Azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.  (Fatih Sultan Mehmed Han - 1 Haziran 1453)

*Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nde Bulunan Ayasofya İle İlgili Arapça Vakfiyenin Tercümesi

28 Mayıs 2011 Cumartesi

26 Mayıs 2011 Perşembe

Asılanlar.. Sallananlar..

İnsanlık tarihi nice savaşlar, nice çatışmalar gördü. Nice masum insanlara tecavüz edildi, zulüm gördüler, katliam yaşadılar. Yukarıdaki resimdeki gibi nice trajikomik kareler karşımıza çıktı. Savaşta her şey olabilir. Aynı darağacında infaz edilen muhalif düşmanı, asılarak sallandırılmış halini görmekteyiz. Bunun yanında aynı darağacında ise çocuk yaştaki savaşçı veletlerde, sallanarak idam sehpasını bir oyuncak materyal haline getirebiliyorlar. Bu paradoksu bize yaşatan bu fotoğrafın altına aslında resim altı da yazmak gerekmez. Her şey ortada. Çocuk yaştakilerin bu dramından herkes payını almalı. İnsanların sonu idam sehpaları olmamalı.. Bir oyuncak haline getirilen idam sehpasında sallanılmamalı..

Profösör

22 Mayıs 2011 Pazar

Periskop


DÜNYA TARİHİ FELAKETLERLE DOLU

Kütahya Simav’da deprem olunca insanlar yine tedirgin oldu. Simav'da yaşayan insanlar, gecelerini evlerinin dışında sokakta geçirdiler. Neymiş efendim.. Depreme karşı önlem alınmalıymış. Binalar derme çatma yapılıyormuş. Japonya'yı da gördük. Eğitimli insanlar oldukları için, binalarını sekiz dokuz şiddetinde ki depreme karşı muhkem yapmışlar. Depreme alışmışlar. Beşik gibi sallanmalarına karşın, bir kişi bile hayatını kaybetmez imiş. Yüksek bir binanın tepesinden sadece bir Türk atlamış. Ne kadar trajikomik. Öyle olmasına öyle de, Japonya'yı, tsunami sel felaketi silip süpürmedi mi? Nice muhkem binalar ve insanlar selin önünde oyuncak gibi sürüklendi. Tedbir mi dediniz? İnsanlık kötülükleri bırakıp iyiliklere koşacak. Fıtri yaşayacak. Ahlaki değerlere sarılacak. Yoksa doğa intikamını acı bir şekilde alacak. Bu intikam şekli deprem olacak. Tsunami ve sel felaketleri olacak. Kasırgalar ve yangınlar olacak. Salgın hastalıklar, nükleer kazalar olacak. Savaşlar, susuzluklar, açlıklar, kıtlıklar hüküm sürecek. Etki tepki meselesi..


  
VATANDAŞ SEÇİM DEĞİL, GEÇİM İSTİYOR..

Seçim propagandaları bütün hızıyla sürmektedir. Liderler bu sefer olmayacak vaatlerde bile bulunabiliyor. Vatandaş iki arada bir derede, kafası karışık bir şekilde bu süreci takip ediyor. Mutlaka herkes kendi derdini anlatacak. Mitingler yapılacak. Bayraklar asılacak. Reklamlar devreye girecek. Batı ülkelerinde bu böyle olmuyor mu? Parti propagandaları için belirlenen bütçeyi bir araştırsak, tedirgin olabiliriz. Partilerle ilgili bütçe de farklılık gösteriliyor. Söz hakkı adilane olarak tanınmamış olabiliyor. Her partiye aynı oranda bir söz hakkı tanınamaz mıdır? Bütün medyada aynı oranda konuşma hakkı ve tartışma hakkı verilemez mi. Bunun yanında da gereksiz reklam yasağı, getirilemez mi? Gürültü kirliliği önlenemez mi? Bu tür önlemler sadece bir tek yasaya bağlıdır. Artık iletişim çağında Blog sahipleri ve sosyal paylaşım siteleri bile bu işlevi yerine getirebiliyorlar. Mısır örneğinde olduğu gibi.. Vatandaş gereksiz vaatlerden bıktığı gibi, gereksiz reklamlardan da rahatsız. Aslına bakarsanız vatandaş seçim değil, geçim istiyor !..

 BU İNTERNET İLETİŞİM ÇAĞINDA HİÇBİR ŞEY GİZLİ KALMIYOR..

 Türkiye'yi hatta dünyayı yönetmek isteyen insanlar siyasete girerler. Bu insanlar kendilerini her yönden yetiştirmiş, ahlaklı, faziletli ve özgüven sahibi kişilerdir. Herkes onlara hayranlık duyar. Onların fikirlerini benimserler, onları severek takip ederler ve peşlerinde giderler. Yığınlar kalabalıklar oluşur. Caddeler meydanlar tek bir yürek halinde sloganlarla atar. Bu arada karşılıklı rakip partinin adamları da durmaz, onların zaaflarını ortaya çıkartacak, bilgi ve belge temini için hafiyelik yapabilirler. Bu öyle bir hırs halini almıştır ki, bir anlamda birbirlerinin kişilik haklarını ihlal de etmiş olabilirler. Sonra da her şey ortaya döküldüğünde, taraflar birbirini suçlayabilirler. Bir taraf bak bunlar senin kirli çamaşırlarındır diyerek kaseti önlerine koyar ve kamuoyu ile paylaşır. Diğeri de bak sen benim kişisel ve özel haklarımı ihlal ettin; yaptığın yasaya aykırıdır derken kendini savunmaya çalışır. Aslında bu bir kaçış, bu bir kıvırtmadır. Oysa vatandaş bilir ki bunlardan siyasetçi olmaz. Çünkü bunların özrü kabahatinden büyüktür...


19 Mayıs 2011 Perşembe

Bastonsuz dedenin bastonsuz torunu Mehmet Akif..


Bu düşen bebek, benim torunum Mehmet Akif. Sekizinci ayına girdi. Yerinde  duramayan bir çocuk oldu. Gülücükler saçtı. Bizi de güldürdü. Ömrü boyunca Rabbim onu güldürsün, bütün çocuklarımızı da  korusun. Onlar bizim umut ışığımız, geleceğimiz değil mi? İlk bebekliğinde onu ziyarete gelen kedisi  de onu yalnız bırakmıyor. Dostlukları devam ediyor.  

"Profösör"

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Bir annenin kızıyla ropörtajı


Ben bir anneyim.  Ben bir kız çocuğunun annesiyim. Benim kızım da benim gibi bir anne olacak. Onca hayat tecrübesi yaşamış bir insan ve bir anne olarak, çocuklarımızın geleceğini sevgi şefkat ve merhamet üzerine inşa etmeliyiz. O halde çocuklarımızla iletişim kurmanın temelinde, öncelikli olarak bunlar olmalıdır. Bu çerçevede çocuklarımızı baskı altında tutmadan iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini, doğru ve yanlışı gösterebilmeliyiz. Onların terbiye görmesinde anneler olarak bizlere büyük sorumluluklar düşmektedir. Bu şuurla Kızım Zülâl ile kısa bir röportaj yaparak, onu anlamaya ve kendisini ifade etmesine yardımcı olarak işe başlamalıyım.



- Günün hayır olsun Zülalciğim.. Bugün nasılsın?

- Senin de anneciğim.. Bugün daha iyiyim. Güzel bir uyku uyumuşum. Tatlı rüyalar gördüm. Rüyamda, bu sene yaz tatilini küçük bir kasabada geçiriyormuşuz.  Deniz gören bir kasabaydı.. Bir sahil kasabası değil  ama, denize tepeden bakan bir havası vardı sanki. Kaldığımız evin bahçesinde yok yoktu.. Her tür çiçek birbirine girmişti kokuları hala burnumda..Rüya da olsa çok güzeldi.

- Demek yaz tatilinde bir yerde geçirmemizi çok istiyorsun ki, rüyalarını süslemiş olsa gerek bu duygun.

- Olabilir Anne !..  Ama  her şey kısmete bağlı değil midir? Sen öyle dersin ya hani? Sen de biliyorsun ki, okul ve iş hayatı bütün kış harıl harıl çalışmak insanı yorabiliyor. Zihinsel olarak bir doğada temizlenmek gerekiyor. Hiç olmazsa yaz tatilinde köyümüze gidebiliriz. Kısa da olsa bir haftalık tatil bile canımıza minnet Anneciğim.

- Kızım niye olmasın. Allah sağlık ve sıhhat verirse, bir tatil yerine gidemesek de,  kısmetimizde varsa eğer,  köyümüzde dinlenebiliriz.  Dedenler de bizi yanlarında görünce mutlu olurlar. Bak hem orda doğal meyveler, sebzeler  bizi bekliyor.

- Evet anneciğim.. Yumurtalar, sütler, peynirler ve yoğurtlar beni bekliyor. Folluktan yumurta alma işi benim olur. Severim ben tavukları.  Hele sarı sarı civcivlere bayılırım.



- Sarıkız'dan sütü anneannen sağar.. Ben sütü pişirir,  mayalar, organik yoğurt üretirim. Sen de bol bol  yazın sıcaklığında katkısız buz gibi doğal ayran içersin..
 
- Anneciğim zaten markete gelen yoğurtların tadı yok ki..  Sanki kireç gibiler. Kimse yoğurdum ekşimiş demez ama ben yoğurdun ekşisini ve doğal olanı tercih ederim.

- Hayırlısı olsun çocuğum.. Sohbetimiz bak nereye kadar uzadı. Ben bile özlemişim doğal hayatı..

- Tabi Anne.. Ben annem gibi tabiatı özledim. Annem kadar doğal varlıkları özledim. Çiçekleri özledim. hanımeliyi özledim.. Laleyi, sümbülü, papatyayı özledim.. Hayvanları özledim. Tavukları, kuzuları, inekleri özledim. Karıncaları, uçuşan kelebekleri özledim.. Beni sokan, canımı acıtan bal arılarını bile özledim. Köyümüzdeki top ağacı özledim. Kınalı kayaları ve esen rüzgarı özledim. Yaz güneşini ve kendi gölgemi özledim.

-Zülalciğim.. Güzel kızım.. Akıllı çocuğum sen çok duygulusun.. Beni de duygulandırıyorsun.. Ağlarım bak haa !.




Zülal Hakkında Kısa bilgi:

09-07-1999 Ankara’da doğdu. Doğar doğmaz kucağıma verildiğinde, gözlerini bana kocaman açıp ufak tuvaletini yaptı.. Bana o anda sıcak sıcak ceee dedi.  Özel zevkleri arasında, gitar çalmak, kitap okumak, resim yapmak ve voleybol oynamak gelir. Arkadaşları arasında fark edilebilen ve sevilen bir çocuktur. Annesinin bir tanecik kuzusudur. En çok kullandığı kelimeler arasında aşşşşkolsunnn gelir. En büyük hayali moda tasarımcısı olup, dünya turuna çıkmak ve annesini de hacca götürmek. Şu sıralar vazgeçemedikleri arasında patates kızartması ve dondurma geliyor. Ayrıca kendisine açmış olduğu Beyaz Sayfa blogunda kır çiceği adı ile yazılar yazıyor. Yaşından daha olgun olduğu için kendinden büyüklerle de iyi anlaşır. Ergenliğe girmek için ufak adımlar atan Zülal şu sıralar özgür düşünüp, özgür karar almak isteğinde. Ama bu annesinin engeline takılıyor.  Öncelikli isteği okulunu bitirip,  iyi bir üniversite kazanmak. Hayatı güzel görüp güzel yaşamak..

17 Mayıs 2011 Salı

Simit saraylarında çay ve simit adaletsizliği

Çorbacılar, aşçılar, kebapçılar, dönerciler, muhallebiciler, lahmacuncular, pideciler, börekçiler derken, kültürümüzle hiç ilgisi olmayan pizzacılar, hamburgerciler gibi İtalyan ve Amerikan yeme ve atıştırma kültürünüde özellikle büyük kentlerde yaşıyoruz. Oysa bu lezzetler  bizim damak lezzetimize pek uygun olmasa da, bu yerlerin kurumsallığı ile işler yaptıklarını biliyoruz. Sonra da tam insanımızın özüne ve kültürüne uygun simit sarayları mantar gibi  her yerde bitiveriyor. İlk etapta halkın rağbet ettiği mekanlar haline gelirken, sıradan insanımız bir simit, bir küçük bardak çaya, sadece bir lira vererek karnını doyurabiliyor. Bu özellik; simit ve çayın  dışında başka pahası yüksek ürünler satılsa da simit sarayları hepimizin midesinde değil de gönlünde taht kurdu.

Gel gelelim ki; kurnazlık bu ya, dün  otobüs durağında beklerken camına  iliştirilmiş bir ilanı görünce dudak bükmek zorunda kaldım. Simit yetmiş beş kuruş yazıyordu. Ne yazık ki içeriye girdiğinizde simitin yanına bir küçük bardakta çay alsanız, ayrıca bir buçuk lira vermiş olacaksınız. Bu kurnazlığı affetmiyorum. Simit yetmiş beş kuruş olmalı, ama çay da o oranda kalmalıydı. Vapurlar da bile çay ve simit keyfini ellişer kuruştan bir liraya veriyor. Hem yolculuk yapıyoruz.. Hem de simitimizi bizim yolculuğumuza eşlik eden martılarla paylaşabiliyoruz..

"Profösör"

15 Mayıs 2011 Pazar

Sevgi.. Şefkat.. Merhamet..



Herkes en yüce duyguları hissetmek ister. Bunlarla yaşamak, bunlarla nefes almak ister. Ruhunu bu duygularla süsler, önce kendisine, sonra etrafına saçmak ister. Bizleri mutlu eden, bize ruh veren duyguların başında, sevgi, şefkat ve merhamet gelir.

Neydi sevgi? Uğruna nice şiirler yazılıp, nice destanlara konu olmuştu. Yaradandan ötürü yaradılanı sevmek değil miydi? Ey Habibim bu kâinatı senin sevgin için yarattım, demiyor muydu Rabbim? Önyargısız, hesapsız, kitapsız, kişiyi hatasıyla sevabıyla kabul etmek, onunla gerektiği gibi ilgilenmekti. Karşımızdakinin iyi taraflarını yüceltip, kötü taraflarından sıyrılması ve kurtulması için çalışmak ve yanında bulunabilmekti. Ben diye düşünmeyip, biz diye düşünebilmekti. Yalnızlığımızı gidermekti sevgi. Aç ruhumuzu doyurabilmek, huzurlu ve sağlıklı nefes alabilmekti. Yanımda olan, yanında olabildiğimdi. Etrafımızda bizi böyle seven, kabul eden  insanlar olmalı.. Herkesin yanında huzur buldukları sevdikleri olmalı.. Bizi sevgisiyle şefkatiyle koruyup kollayanlar bulunmalı…

Ben, bana bir adım gelene on adımla gitmeliyim. İyi ve kötü durumlarında maddi manevi, düşüncelerim ve davranışlarımla yanında olduğumu hissettirmek istemeliyim. Bunların başında hiç kıyamadıklarım ise çocuklar ve yaşlılardır. Özellikle onları gözetirim. Hastaları, acze düşmüşleri ve garipleri ihmal etmeyelim. Kimsesiz, evsiz, yurtsuz insanlardan şefkatimizi esirgemeyelim. Yapayalnız kalmış bir kadına, huzur evlerinde kalan yaşlılarımıza, çocuk esirgeme kurumunda yetişen çocuklarımıza şefkatimizi gösterelim. Ya da bir sürü kalabalığın içinde yapayalnız kalmış insanlara.. Onların asla yalnız olmadıklarını, hayatlarında her zaman bir ümit ışığının varlığını, etkin bir biçimde hissettirelim. Onların gönüllerini kazanmak için bütün değerlerimizi ve kazanımlarımızı ortaya koyup, onlarla paylaşalım. Biz el uzatalım ki, bir gün el uzatılacak durumda olursak, yapayalnız kalmayalım.

Oysa öyle anlar gelir ki, tüm yaşanılanlar çığ gibi büyür insanların gözünde. Çıkmaz sokaklarda kalır, adım atacak bir yer bulunamaz. Yapayalnızlığının içinde, yanacak bir merhamet ışığı arar, durur. Derde düşmüş kişinin elinden tutup, derdine merhem olabilmemiz lazım. Dertlilerin derdiyle dertlenmek ve onların dertleriyle hemhal olmalıyız. Onların sıkıntılarında, maddi ve manevi bütün kazanımlarımızla destekleyerek, onlara yardımda bulunup, ayağa kalkmalarını, rahatlamalarını sağlamalıyız. Unutmamalıyız ki, merhamet etmeyene de merhamet edilmez.

Bir bebeğin canhıraş ağlaması, bir çocuğun umutsuz bakışları, emzikli bir kadının mahzun yüzü, bir yaşlının takatsizliği, işinde iflas etmiş bir müflisin durumunu hissedebiliyor musunuz? Onlara el uzatabiliyor muyuz? Bir hayvanın can çekişmesi, bir çiçeğin bir dalının bile kırılması bizi etkilemiyor mu? Oysa hayatımızda uzun bir süre bize hizmet etmiş ve dededen kalmış köstekli bir cep saatinin zembereği kırılsa,  acıma duygusu yaşarız. Onlarla bütünleşmiş duygularımız hüzün yaşamıyor mu? Hayatımızda bizim mutluluğumuzda payı olan, canlı cansız her şey bunun yanında, varlığını bile bilemediğimiz nice değerler vardır ki, yaşadığımız sevgi, şefkat ve merhamet duygularıyla hayatiyetlerini memnuniyetle devam ettirmektedirler. O halde; sevgi, şefkat, merhamet; bütün yaratılmışlara ve evrendeki varlıkların varlığına duyulan saygının bir ifadesidir. Bu üç kavram, iç içe girmiş büyük bir değerdir.  Bu değerler için, yaşamak yaşatmak için, çalışmak insan olma özelliğimiz olmalıdır.

Fotoğraf : Asuman Özdemir  

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Bir video.. Bir metin: "Kuklacıııı.. Kuklacıııı.. Nerdesin…"

Çocuklarımızı ahlaklı ve sağlam duruşlu birer insan olarak yetiştirelim. Ellerindeki kuklalar sadece oyuncakları olsun. Kendileri de başkalarının kuklası olmasınlar. Buna mukabil başkalarını da ellerinde kukla yapmasınlar.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Gönül Dostları..


Biz insanlar, hepimiz insanlık ailesinin birer temsilcisiyiz. Aynı zamanda da varlıklar âleminin birer üyesi değil miyiz? Bütün kâinat; bilinen ve bilinmeyen âlemler yüce yaratan Allah'ın "Ol !.. demesiyle var olmadılar mı? Yaratılmadı mı? Bütün varlıklar âleminin yani yaratılanlarının muhatap olduğu "Ol !.." emriyle Allah'ın bizleri yaratma sıfatıyla bizler vücud bulma şerefine nail oluyoruz.

Mademki yaratıldık ve varlıklar âleminde yerimiz var, mademki "Ol !.." emrini birlikte yerine getirip, hep birlikte vücud bulduk, bu kâinatta varlığımız bir zerre, bir nokta dahi olsa bütün kâinatı benliğimizde hissederiz. Ancak böylece birlikte varlık şuuruna erişebiliriz.

Bütün varlıklar kâinat içindeki işlev ve görevleriyle insanlık emrine amadedirler. Onlarla barış içinde olmamız demek, bizim dışımızdaki varlıkların da bir ahenk içinde, bir nizam ve intizam içinde olmamız demektir.

İnsanoğlu ancak evrendeki bütün varlıklarla kucaklaştığı zaman mutlu ve huzurludur. İnsan olarak yaratılmamız bize diğer yaratılan varlıklardan ayrı bir sorumluluk getirmektedir.  Bu sorumluluk kulluk bilinciyle Allah’ın rızasını kazanma cehtimiz olmalıdır. Allah'ın rızasını kazanmak demek Allah'ın dostluğunu kazanmak demektir. Bir anlamda Allah ile dost olmak demektir. Bunun için Allah dostları ancak Allah'ın koyduğu kanun ve nizam içinde hayatlarını devam ettirecektir. İnananlar ve O'na teslim olanlar, Hak'ka mümin ve müslüman olarak, onun emirlerine uyacak ve Onun hoş görmediği yasaklardan da kaçınacaktır. Bu sayede, gerçek insanlık ve gerçek dostluk kapısından iki cihan saadetine ermek için varını yoğunu, bütün birikimlerini cömertçe kullanacaktır. Hidayet yolu bunu gerektirmektedir. İnancımız ilim ve irfan sahibi olmamızı gerektirmektedir. İlim ve irfan sahibi insanlar itikat, ibadet ve ahlak ekseninde şekillenmek, maddi ve manevi değerlerin merkezinde kendini görecektir.

Gerçekten de züht ve takva içinde yaşayanlar, kendileri gibi mümin ve müslümanlarla  karşılaştığında Allah dostlarıyla karşılaşmış demektir. Allah dostları bir anlamda da gönül dostluğunu temsil etmektedirler. Allah dostları adalet, hakkaniyet ve ahlak elbisesiyle bizi karşılarlar. Sanki kendimizi onların yüreğinde saadet ve huzur içinde buluruz. Bizim dostluğumuz gönül dostluğudur. Ancak bu dostluk cehdederek kazandığımız ve kazanmakta olduğumuz maddi ve manevi değerlerin paylaşımı sayesinde daha da muhkem olacaktır. Hepimiz birimiz ve birimiz de hepimiz mefkûresiyle buluşabilmeliyiz. Bizim dışımızdaki varlıklarla da barış içinde yaşamamız ve onların rızasını kazanmamızda ise, Allah'ın hoşnut olduğu veli kullarından sayılırız. Ancak bu şekilde gönül dostluğunu kazanabiliriz.  

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Baharla yaz arasındayım ..



Kalbim pır pır .. İçine sığmıyor..

Bir anda çıkıp tüm evrene, gönül gözümle bakacağım sanki.. Ne aklıma uyacağım, ne duygularıma.. Sadece olduğu gibi bakacağım hayata.. İşte budur diyeceğim.. Çıkarsız, hesapsız, art niyetsiz, olması gerektiği gibi görüp, ona göre yorumlayacağım..

Böylece; bu esaretten benliğimi ve kalbimi kurtarmak istiyorum.. Sadece gönül gözümle bakmak ve gönül gözüyle görmek istiyorum tüm güzellikleri. Bugün böyle hissediyorum...

Dünyaya yeniden baktım gönül gözümle, yenilenmiş gibi.. İşte güzellikler.. İşte ruhum yan yana dedim kendi kendime.. İlk kez baharı gördüm. Yeşili ve bereketi gördüm..  Çektim içime tüm havayı, bütün güzellikleri.. İliklerime kadar işledi her şey.. Ne çok duygu yüklüymüşüm,  onu öğrendim ilk kez..  Yeniden dirilmiş gibiyim bütün benliğimle.. Bereketlensin dedim duygularım.. Bereketlensin düşüncelerim. Şimdi hasat vakti, devşirelim tüm değerleri..

Tabiata baktım.. Güneş yine parlıyor, yine gözümü kamaştırıyordu. Yine ışıtıyor, yine ısıtıyordu. Güneşe bakarken gözlerim kamaşsa da, yüreğim aydınlık, yüreğim sımsıcaktı.. Tam zeval vakti gölgemin kaybolduğu vakitti. Güneşe tekrar baktığımda, işte bu anda, zeval vaktinde, göz kırpıldığımı anladım.  Her şeyin kararında, ışıtılayım, ısıtılayım, ama  gözlerime mil çekilmemeli, ateşten kavrulmamalıydım.

Buna mükabil yağmur istedi yüreğim. Rahmete doysun ruhum, benliğim. Hem baharı yaşayayım ben hem de yazı.. Çünkü baharla yaz arasında araftayım ben. Eğer baharsa yaşadığımız bu mevsim;  yağsın bahar yağmurları sicim sicim.. Yüreğim kavrulmasın;  serinlesin ruhum; melteme doysun.. Yaşama arzum yeşersin, yeniden umut umut taşarak bereketlensin.. Bahar olsun, yaz olsun, ben gidip geleyim..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...